19 Mart 2015 Perşembe

Kendini Olduğundan Daha Değerli Gösterme Sanatı


            Bilim adamları buna narsistik kişilik bozukluğu da diyor. Ancak benim burada sözünü etmek istediğim narsizm gibi patolojik vakalar değil, daha hafif ve doğal kabul edebileceğimiz psikolojik eğilimler. Zira narsist kişi, benliğinin derinliğinde değersiz olduğunu düşünmez, tabii olarak üstün ve ayrıcalıklı olduğunu düşünür. Halbuki benim bahsedeceğim kendini olduğundan daha değerli gösterme çabası sırf kendini üstün görmekten değil, pekala bir eziklik psikolojisinden de ortaya çıkabilir. 
            Her insan, insan olduğundan ötürü değerlidir. Değer kelimesiyle ifade etmek istediğim yanlış anlaşılmasın. Benim anlatmak istediğim bağlamda “değer” kelimesi, beğeniye şayan veya yetenek, zeka veya sosyal statü gibi hususlarda üstün olmayı ifade ediyor. Yani yazıda geçen değerli kelimelerinin yerine takdir edilesi, zeki, yetenekli, güzel, yakışıklı ve benzeri şeyler koyabilir ve bu şekilde düşünebiliriz.

            İlk paragrafta belirttiğimin aksine benim gibi kendini olduğundan değersiz gösterme eğiliminde olanlar bunu tevazu sahibi olmak gibi yüksek etik değerlere bağlamayı severler. Tevazu sahibi olmak tabii ki bir erdemdir fakat gerçek anlamda mütevazı insanlara rastlamak da pek zordur. Yani narsizmden bahsetmediğim gibi alçakgönüllülükten de bahsetmiyorum. Bu ikisi konumuz dışında kalıyor. Şunu da eklemek isterim ki aşırı tevazunun kibir göstergesi olduğu söylenir. Zira bu tevazunun temelinde yüksek etik değere sahipmiş gibi gösterişte bulunma, veya övülme isteği yatabilir. Yani kendini olduğundan değerli veya değersiz göstereni ne övmek ne de yermek amacım. Zaten haddime de değil.
            Bu bağlamda düşüncelerimi somut ve olgusal bir düzleme oturtmaya çalıştım. Gerçek değerimi "X" olarak ifade ediyorum. Kendimi “X - 5” değerinde olarak göstermek istememde ne gibi bir maksat olabilir bunu düşündüm. Bunun öncelikli sebebi, beklentileri karşılayamama korkusu sanırım. Beklentiler beni altına alır ve ezer. Bu yüzden karşımdakinde beklenti yaratmamaya özen gosteriyorum galiba. Bunu riske girmekten kaçınma olarak da tanımlayabilirim. Bununla birlikte düşük beklentiyle beni kabul eden muhatabıma gerçek potansiyelim olan “X”i gosterirsem ne ala, onu etkilemiş ve kendime bağlamış olacağım. Ancak “X” olan değerimi başta göstermediğimden, ilk intibada “X - 5”e razı olmayanlar tarafından kabul görmeyip silinme ve görmezden gelinme ihtimalim pek yüksek. Bu durumda çoğu kişi gerçekte “X” değerinde olduğumu bilmeyecek ve benim de gösterme fırsatım sonsuza kadar kaçmış olacaktır. 

            Benim aksime olarak yine “X” kadar değere sahip bir başka kisi, “X + 5” olduğuna dair bir izlenim bırakmaya çaba gösterirse, ikna ediciliğine de bağlı olarak pek çok muhatabı tarafından ilk anda kabul görecek veya şansa sahip olacaktır. Fakat daha sonra gerçek değeri olan “X”, eninde sonunda fark edildiğinde, beklentisi karşılanmayanlar bir hayal kırıklığıyla beraber büyük ihtimalle bu kişiden vazgeçecektir. Yani kendini olduğundan daha değerli gosteren kişi başta pek çok şans elde edecek fakat pek azında istikrarı veya tam anlamıyla kabul edilmeyi sağlayacaktır.
            Bunu basit bir örnekle somutlaştırarak izah etmek gerekirse: bir kişi eksik olan bir futbol takımının, oyuncu aramakta olduğu farzedelim. Futbol becerisi eşit düzeyde ve ortalama olan A ve B için olayı ayrı ayrı ele alalım.

            A  ortalama bir oyuncu olmasına rağmen, kendisine gelen tekliflerde kötü oynadığını söylerse, büyük ihtimalle takıma alınmayacaktır. Yani on takımdan dokuzu kendisini reddedecek, biri kabul edecektir. Kabul eden bir takım, A'nın kötü olduğunu kabullenmiş ve beklentisi düşük olduğundan, A'nın ortalama oyunu takımı tatmin edecek, beğeni görecek ve %90 ihtimalle takımın istikrarlı oyuncusu olacaktır. Diğer 9 takım belki ortalama oyuncuya bile razıydı, fakat A kendini olduğundan daha değersiz göstererek asla onlara kendini gösterme şansına sahip olamadı.
            B ise aksine gelen tekliflere iyi oynadığını söyleyerek, on takımın dokuzunda şans bulacaktır. Fakat beklentisi B'nin  iyi oyuncu olduğu yönünde olan takımlar, ortalama bir oyuncu olduğunu görünce büyük ihtimalle B'yi beğenmeyecek ve ona bir şans daha vermeyeceklerdir. Tabii ki B başta bıraktığı intibanın yardımıyla bulduğu fırsatları elinde tutmayı başarabilir, iyi kötü bu şansı koruyabilir. Ben B'nin oynadığı takım başına istikrarlı olma şansını %10 olarak değerlendiriyorum.

            Bu bağlamda başta da ifade ettiğim gibi, birini diğerine üstün tutmak maksadında değilim. Anlatmaya çalıştığım üzere ikisinin de kendini beğendirme şansı son tahlilde %90 çıkıyor. A veya B olmak yalnızca bir tercih meselesi. Ben A olmayı tercih edenlerdenim, nedenini bilmiyorum; belki zamanla bu da değişebilir. Belki de kendi küçük dünyamın tek kralı olmak istediğimdendir...
           
            Peki ya siz hangisi olduğunuzu hiç düşündünüz mü?

            Not: Bunun muhakkak ki bir orta yolu da vardır, ancak onu ben tahlil edemedim. Eden olursa benimle de paylaşsın, beklerim. 



13 Mart 2015 Cuma

Drang nach Osten

   
Fransızların Alman İmparatoru Wilhelm'e karşı broşürlerinden biri.


     I. Dünya savaşında müttefiklere karşı savaşta Alman İmparatoru Wilhelm ile Enver Paşa, doğunun çok önemli olduğunu biliyorlardı. Özellikle İngilizlerin doğudaki hakimiyetini sarsmak, savaşı büyük oranda Türkler ve Almanların lehine çevirecekti.

         Bu planlar çerçevesinde, savaşa katıldığını ilan ettikten birkaç gün sonra Osmanlı İmparatorluğu “Cihad-ı Ekber” yani kutsal savaş ilan etmişti. Bağdat demiryolu projesi de bu dönemlere denk gelir. Berlin-İstanbul-Bağdat’ın demiryoluyla bağlanması, doğuya kesintisiz ve hızlı bir şekilde silah ve asker taşıyabilmek için elzemdi. Günümüzdeki  teknolojiyle bile aşılması son derece güç olan Toros Sıradağları'ndan geçirebilmek için ortaya çıkan büyük masraflardan kaçınılmadığını biliyoruz. Bağdat demiryolu Almanlara savaşta iyi bir lojistik avantaj sağlamakla birlikte, Almanların Türkiye pazarında ihracat payını artırmasında da epey etkili olmuştur.

         İran, tarafsız olduğunu deklare etmişti. Yani bu İngiliz ve Rusların denetimi oldukları anlamına geliyordu. Keza Afganistan için de aynı durumdan bahsedebiliriz. Hindistan zaten İngilizlerin yönetimindeydi. Doğunun ele geçirilmesi ve esasında Hindistan’ın düşmesi demek, Almanların ve Türklerin bu savaşı kazanması anlamına geliyordu. Bu ülkelerdeki müslüman nüfusun yoğunluğu ve halifenin kutsal savaş çağrısı da dikkate alınınca bu plan akla yatkın gözüküyordu.

         Alman ajanlarının bu bölgelerdeki faaliyetleri çok ilgi çekici. Tarihçiler Wilhelm Wassmuss’u, “Alman Lawrence” olarak da ifade eder. Wassmuss Basra ve Güney İran bölgesinde hatrı sayılır bir nüfuz elde etmiş ve milis gücü oluşturabilmişti. Bir İngiliz büyükelçisini esir bile almıştı. Aynı zamanda Afganistan ve Hindistan için de umut vardı. Fakat işler göründüğü kadar kolay değildi.


         Afganistan’a giriş yapabilmenin tek bir yolu vardı: İran çölleri. Hentig, Niedermayer ve ekibi, elinde İmparator ve Halifeden mektuplar, altınlar ve özel hediyelerle yola çıktığında; İngiliz casusları istihbaratı Hindistan'a iletmişlerdi. Afganistan sınırına güneyden İngilizler Hindistan’daki birliklerinden ve kuzeyden Ruslar Kazak atlılarıyla bir kordon oluşturmak için elinden geleni yaptı fakat Niedermayer imkansızı başararak mucizevi bir şekilde kordonun zayıf kısmını bularak Afganistan’a gizlice girmeyi başardı. Ancak Afganistan emiri pahalı hediyelerle kandırılacak gibi değildi. Kuzeyde Ruslar ve güneyde İngilizlerin arasında kalan Afganların, bölgeye destek için gelmiş büyük bir Alman ordusu görmeden  İngilizlerle sadakatini bozmaya hiç niyeti yoktu. Bu süreç içerisinde Almanlar istediğini alamadılar ve Emirin akıllı diplomatik oyunlarıyla zaman kaybettiler. Tabii Emir,  İngilizlerin Afganların savaşa girme ihtimalinden duyduğu endişeden faydalanmasını da bildi, İngilizler yaptıkları ödemeleri epey artırmak zorunda kaldılar.

         Afgan halkı Emir kadar diplomatik düşünmüyordu, İngilizlerden bıkmışlardı. İkna edilmeleri daha kolaydı. Ancak Hindistan’daki Genel Vali’nin emriyle, Afgan kabilelerinin sadakatini kaybetmemek adına sınıra yakın bir bölgede bütün Afgan kabile reisleri çağırıldı ve bir toplantı yapıldı. İngiliz uçaklarının açık arazideki bombardıman gösterisi üzerine daha ilk defa uçak gören kabile reislerinden bazıları “bu uçan makinelerden bir tanesi bizim 10.000 askerimize bedel” demişlerdi ve haksız da sayılmazlardı. İngilizler bahşiş konusunda cömert davranmaktan da kendilerini alıkoymadılar, hem gözdağı hem menfaat Afganları dizginlemek için yeterli olacaktı. İngilizler diplomaside her zaman ustalık göstermişlerdir.


         
Hindistanda ise bir iç savaş çıkarma planı silah eksikliği olmasa tutacak gibiydi. Alman ajanları isyan düşüncesini yaymakta pek de başarısız sayılmazlardı. Noel Planı görünürde kusursuzdu: bayramın kutlama ve eğlencesinde olan İngilizler, Noel sabahı başkentte baskına uğrayacaklardı. Tabii silahlar zamanında ulaşırsa. Günümüze neden bilgi çağı dendiğini bir kez daha anlamış bulundum. Zira günümüzde GPS, internet gibi vasıtalarla bir saniyede yapılabilecek haberleşme o şartlarda olmadığı için Almanların binlerce silah taşıyan gemileri, bazı aksaklıkların gecikme yaratması dolayısıyla iletişim eksikliğinden dolayı zaman kaybettiler ve İngilizler aldıkları istihbarat sonucu Hindistan'ın güneydoğusundaki adalardan birinde gemiye ve silahlara el koydu. Bir başka silah ve mühimmat yüklü gemi, Alman gemisine teslimat yapmak üzere anlaştıkları yer ve zamanda bulunmasına rağmen, Alman gemisinin teknik aksaklıklardan dolayı geç kaldığını bilmediği için yakın bir limana döndü ve kaptan durumu öğrenmek üzere mektup gönderdi. Aldığı cevapta derhal kararlaştırılan yere gitmesi söylenmiş olsa da, geri döndüğünde Alman gemisini orada bulamayacaklardı. Çünkü bir ay bekleyen Alman gemisi bir terslik olduğunu varsaymış vakit kaybetmeden geri dönmek zorunda olduğu için yola çıkmıştı. Stratejik olarak bu kadar hayati planlar sadece haberleşmenin 100 yıl önceki bu denli gelişmemişliğinden suya düşüyordu. Velhasıl İngilizler, esir olarak ele geçirmiş oldukları bir Alman ajanından Noel Planı'nı haber aldılar ve başka ufak çaplı silah teslimatlarını engellediler. Üstüne üstlük Noel olmadan isyancıların karargahlarını bastılar ve bu büyük tehlikeyi önlediler. İngilizler ele geçirilmiş olan o Alman ajanını, daha sonra da uzun yıllar boyunca casus olarak kullandıklarını itiraf edeceklerdi.

         Bu bağlamda ilginç gelen bir başka husus, Alman ajanlarının hazırladıkları binlerce broşürdü. Söz konusu bütün doğu ülkelerinde çeşitli kabilelere dağıtılan broşürler ve ajanların söylemleri, Alman İmparatoru Wilhelm’in müslüman olduğunu, bu kutsal savaş çağrısına uyduğunu, büyük bir orduyu doğuya yönlendirdiğini anlatıyordu. Kabileler için o dönemde bu bilgilerin doğruluğu ve yanlışğı teyit edilemeyeceğinden(şehir merkezleri dışında radyoya rastlanmazdı), bu faaliyetler çok önemliydi. Önemli olan pompalanan propagandaların ve bilgilerin ne kadar gerçek olduğu değil, ne kadar ikna edici ve harekete geçirici olduğuydu. Alman ajanlarından kimilerinin sakal bıraktıkları, doğulu kıyafetleri giydiği ve müslüman olmuş gibi davrandıklarını söylemeye gerek yoktur herhalde.

Wilhelm Wasmuss, Kabil, 1916
         Yaklaşık 1 sene önce Çanakkale’deki olağanüstü galibiyet aslında İran, Afganistan ve Hindistan'daki müslüman kabileleri ve halkı propangadalarla etkilemek adına psikolojik olarak avantajlı bir izlenim veriyordu ve Alman-Türk ittifakının savaşı kaybetmeyeceğine dair umut vaad eden bir gelişmeydi. Gelgelelim Erzurum’un düşmesi de aynı ölçüde bu psikolojik üstünlüğü tersine çevirecekti. Rusların Erzurum'u ele geçirdiğinin duyulması bütün planları alt üst edecekti.

         Erzurum Kalesi Türklerin yüzyıllarca doğusunu Ruslara kapatmış, coğrafi koşullarıyla da muazzam bir şekilde korunmuştu. Fakat Rus ordusu bazı kaynaklara göre içeriden aldıkları istihbarat sayesinde kalenin zayıf noktaları üzerine oynamış ve kararlılıkla istediklerini almışlardı. Kalenin düşğü geceyi Kazak askerleri “gökte bir haç belirdi ve hilali ortadan kaldırdı” şeklinde anlatmışlar. Ve Erzurum, Rusların eline geçmişti…

       Yazımız burada sona eriyor.  Bütün bunları öğrenirken, şu Kazak askerleri ve atlılarının bize karşı savaşması çok ağrıma gitti. Türklerin yanında savaşmasalar da bari düşmanımız olmasalardı diye düşündüm. Sonra araştırdım ki bu Kazaklar, Türklerle akraba olanlar değil, kabaca özetlemek gerekirse bugünkü Ukrayna halkının ataları olan Kazaklarmış. Yani “Kazakh” değil, “Cossack”. Epey ilgimi çekti.

         Bu Kazaklar için okuduğum her şey çok çılgın oldukları yönünde. Savaş zamanlarında paralı askerlik yapan, barış zamanında da köyleri yağmalayan savaşçı bir halkmış. Rusların sınırlarında ve ordularındaki en önemli birlikleri Kazaklar oluşturuyormuş. Hatta atlıları ve savaşçıları öyle meşhur ki, Napoloen Bonaparte “Bana 20.000 Kazak askeri verin, bütün Avrupayı ve dünyayı ele geçireyim.” demiştir.
 
Rus ordusundaki Kazak atlıları, I. Dünya Savaşı

         Son olarak ilginç bir şeyden daha bahsedeyim.  Osmanlı Padişahı IV. Mehmed, zamanında Kırım’a dadanan Zaporojya Kazaklarına bir mektup göndermiş ve Osmanlı’ya tabii olmalarını iletmiş. Kazak Atamanı Ivan Sirko’nun mektuba verdiği iddia edilen cevap da enteresan gerçekten. Psikopat herifler.

          Yabancı bir kaynağa göre IV. Mehmed’in mektubunun çevirisi ve İvan Sirko’nun cevabı(alıntıdır):

         Ben, Muhammed'in oğlu; Güneş ve Ay'ın kardeşi; Tanrı'nın torunu ve veziri; Makedonya, Babil, Kudüs, Yukarı ve Aşağı Mısır'ın hükümdarı; İmparatorların imparatoru; hükümdarların hükümdarı; hiç yenilmemiş harikulade savaşçı; Hz. İsa'nın kabrinin yılmaz bekçisi; Tanrı tarafından seçilmiş mütevellinin ta kendisi; Müslümanların ümidi ve huzuru; Hıristiyanların kahredicisi ve koruyucusu olan; ben, Sultan -- size emrediyorum Zaporojya Kazakları, kendi rızanızla ve direnmeden bana teslim olun ve saldırılarınızla beni rahatsız etmekten vazgeçin.

                                                                                            Türk Sultanı IV. Mehmed

         Sen türk iblisi, lanetli şeytanın kardeşi ve arkadaşı, ve bizzat lucipher'in katibi! ne biçim bir savaşçısın? şeytan pisler ve ordun bununla yemlenir. hıristiyan oğullarından asla kendine tebaa yapamıyacaksın; senin ordundan korkmuyoruz, seninle karadan ve denizden savaşacağız. sen babilli ahçı yamağı, makedonyalı tekerlek tamircisi, kudüslü biracı, iskenderiyeli keçi yüzücüsü, yukarı ve aşağı mısır'ın domuz çobanı, yılan'ın torunu, bu dünyanın ve öbür dünyanın budalası, tanrı'nın aptalı, domuzun burnu, dişi atın kıçı, mezbaha iti, vaftizlenmemiş alın, şeytan kıçını haşlasın! kazaklar işte sana böyle cevap veriyor, iğrenç balgam topağı! sen gerçek hıristiyanları yönetmekten acizsin. [burada mektubumuzu tamamlıyoruz çünkü] tarihi bilmiyoruz ve takvimimiz yok; ay gökte, yıl kitapta, buradaki gün ile ordaki gün aynı; onun için git kıçımızı öp!
  Ataman Ivan Sirko

10 Mart 2015 Salı

Başlıksız Oyun

                                                                         I

Sigara servisinin yanında çay mı yoksa kahve mi alırdın ?


Cevabı belli olan bir sorunun sorulması bu günlerde sinirimi bozuyor, aslında oldum olası sinirimi bozmuştur. Bu Kemal Efendi’nin suçu değil. O, beni hep ağır başlı biri olarak görmüştür, aslında ben de kendimi hep öyle görmüşümdür. Konuşmadan önce belli bir noktaya bakıp düşünmelerim ya da alışkanlık haline gelip o şekilde dalmalarım sanırım hep bu düşüncemin ve oluşturmaya çalıştığım benliğimin bir parçası.

Hayır, tabii ki sahtekar değilim, ama şimdi dürüst olalım, sizler de insanlar sizi bir kalıp içerisinde görsünler diye rol yapmıyor musunuz, ya da belirli kalıplarda kalmıyor musunuz? Karşınızdaki ya da içerisine dahil olduğunuz toplumların sizi görmesini istediğiniz gibi görmesini istemiyor olamazsınız. Psikolojide de böyle bir terim var sanırım. Şimdi ben bunları söyledim diye oyun bozan mı oldum? Bilmemezlikten gelmeye devam edin siz.

Kahve, sade olsun.

Sanırım size Kemal Efendi’den de bahsetmemin zamanı geldi, kendisi kayınpederim olmasının dışında, emekli bir subay. Uzun süre ülkenin doğu bölgesinde kaldığından dolayı dünyanın acısını çekmiş ve hazmetmiş gibi bir yüz ifadesine sahiptir, sanırım olduğundan on, on beş yaş büyük gösteriyor. Tabii bunun bir diğer sebebi de oğlunu kaybetmesi olabilir. Ama hakkını vermem lazım, bana her zaman bir baba şevkatinde bulundu, sanırım ölen oğlunun yerine beni koymuş olabilir.

Kahveler soğumadan içelim istersen, seninle konuşmak istediklerim var.

Farkında olmadan uzun süre yalnız bırakmışım sanırım. İstanbul’un güzelliği beni zaten oldum olası etkilemiştir. Boğaz, sanırım gün boyu izleyebilirim seni.

Kahvelerimizi eski kahverengi deri koltuklarda yudumlarken, koltukların verdiği rahatlık ve ağırlıkla birbirimize bakmadan önce konuşacaklarımıza odaklanmamız gerektiğini hatırladık galiba ki birden göz göze geldik.

“Biliyorsun” dedi. İnsanlar anlatcaklarının çok belli olduğunu anlatmak için bu kelimeye sığınsalar da, aslında bu onları rahatlatmaya yarayan bir kelimeden ibaret sadece. Tekrar söze başladı, kaşlarını çatarak. Bu sözlerinin bölünmesini istememesinin ibaresiydi. Aynı zamanda göz ve yüz koordinasyonu şaşılacak düzeyde, vurgusu oldukça ustaydı. “Gülçe büyüyor, O’nun yaşında düzen oldukça önemli.” Asker olarak büyümüş ve yaşamış birinden beklenen cümlelerdi bunlar, sanırım ön hazırlık yapıyor derken önceden hazırlanmış olduğu belli olan cümlelerini art arda sıralamaya başladı. “Herhangi bir maddi zorluk çekmeden, uzun süre ve rahat yaşayabilir bizimle. Kimsemiz kalmadı, yani sizden başka, üstelik Gülçe bizim elimizde büyüdü sayılır.”

Aslında beklemediğim bir şey değildi bu, ama eşinin ailesinden kalma maddi gücü, hiçbir zaman kullanmamış, hatta boğazda evi olan bu adam için, ülkenin doğusunda ideallerinin peşinden giden bu adam için. Maddi kelimesini kullanması oldukça garip kaçtı. Sanırım Gülten Hanım’ın baskısı burada söz konusu. Yoksa bitirişi bununla yapardı. İlk açıklama cümlesinde kullanmazdı. Çünkü hitabet konusunda sizinle üç gün nefes almadan konuşabilecek bir komutandan bahsediyoruz. Sanırım bu isteği de ilkelerine ters düşüyor, hiçbir ikna çabası belirmedi. Ancak farkında olduğundan adım gibi emin olduğum açık bir kapı bıraktı, ya da beni yeteri kadar iyi tanıdığını düşündüğünden kendi üstüme alınmayacağımı anladı. Evet, bu tamamen sadece benim sevgili kıvırcık papatyam içindi, belki de Gülten Hanım, “Napalım, babası da kalsın bari demiştir.” Eminim o kadın her şeyi düşünmüştür. Tam bir kontrol manyağı.

Devam eder bu böyle...
 

9 Mart 2015 Pazartesi

Bugün Yine Çok Marjinal Uyandım



Müzik dinliyorum, şimdi bitti. Neyse 7. kez Kaybedenler Kulübü'nü izledikten sonra 12. kez Fight Club okuyordum zaten. Yüzyüzeyken Konuşuruz dinlemek de güzel oluyor kitap okurken.

Tam üç gecedir uyumuyorum, duvarlar beyaz zaten, uyunmuyor ki. Gölgelerle kalemler çiziyorum duvara. Şimdi silgi çizdim. Şimdi de el çiziyorum, beş parmak. Süper oldu.

Sanırım dün gece fazla vücut çalışmışım. Instagram hesabım var ki güzel güzel fotoğraflar atabiliyorum. Çünkü profesyonel fotoğraf makinem var. Çok güzel resim çekerim, check in yaptıktan hemen sonra.

Çay içerim, çocukluğumda lunaparka da giderdim. Bizim zamanımızda market yoktu, bakkaldan da ekmek almazdım, fırından alırdım; taze oluyor.

Hitler Reis'e selamlar.

Heil Führer.

https://www.youtube.com/watch?v=3oAk9BE4vsQ

Tam kalibre makine bir silahtir

   Liseye gittiğim zamanlardı. Evde internetten Ajdar'ın çikita muz şarkısını açıp açıp dinliyorum, dalga geçiyorum, gülüyorum. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, kendi kendime aslında Ajdar'ın sesinin o kadar da kötü olmadığını ve şarkının da fena sayılamayacağını söylemeye başlamıştım. Evet, gerçekten zihnimi boyle söylerken yakalamıştım, o anı dün gibi hatırlıyorum.
O anda acilen bir karar almam gerektiğinin farkındaydım: Bir daha asla bu şarkıyı dinlemeyecektim. Ajdar bana büyük bir ders verdi o gün: İnsan bu hayatta zamanla her şeye alışır.
   Bu gece üçüncü gece. Her sabah bu yorgunlukla nasıl yürüyebildiğime, nasıl 2 saat yolculuk çektiğime, nasıl çalıştığıma şaşırıyorum. Her sabah, her gün daha bitkinim. Ama aslında her geçen gün daha güçlüyüm, bunu biliyorum. Hasbelkader yarın yine gerekirse, yine yapacağım. Göz kapaklarımı açık tutabilmek için harcadığım enerji yüzünden daha da çok uykum geliyor. Vücudumun her zerresi yerçekimi katsayısını 10 kabul ediyor. Ama alışırım, alışıyorum. Alışacağım. Ne de olsa ben yorulmayan bir makineyim. Hem de dayanıklı ev aleti olanından.