28 Aralık 2014 Pazar

Bitmeyen Her Saniye



 Gökyüzünün siyah kuşaklarında çarmıha gerilmiş bir ay dalgalanıyordu. Siyahını hezimete uğratan tüm bulutların ağlayacak olması koşusuna tempo katıyordu. Etrafındaki tüm sesleri benliğinde izole etmişti bir çırpıda. Soluk alış verişlerinin sesiydi aslında yere değen her ayağının temposu. İç burukluklarından bir sahne yapmıştı kendine. Gözünü kapatmak gelmiyordu içinden. Her gözünü kapatışında hatırlıyordu geçmişi. Varlığını anlamlandıran, ona güç veren her şeyi gömüyordu toprağa, kolay değildi ve asla olmayacaktı. Bir hayat bitiyordu.

 Gençlik günlerinin hazımsızlığı üstündeydi. Korkmak değildi bu hissettiği. Hayır. Bütün vücudu uyuşuyordu. Yavaşça kanı çekiliyordu. Artık geleceği düşünemiyordu. Kendini benzersiz bir kasvetin kollarında çığlık çığlığa ağlarken buldu. Yavaşladı, yavaşladı ve durdu. Yolun ortasında, şimşekler eşliğinde hayata ve tanrıya lanetler yağdırıyordu. Neden oydu, neden onun en sevdiğiydi?

 Bu soruların asla cevabını öğrenemeyecekti belki de. Kendine kızması sonuca götürmüyordu onu. Güçsüzdü. Hayatında hiç olmadığı kadar güçsüzdü artık. Kendine bağırışları yağmurun hıçkırıklarıydı belki de. Katlanılamaz biz acının sarhoşluğunu yaşıyordu.

Bitmemiş Alıntılardan ...
Mehmet Yiğit
2012

Devamı gelecek...

27 Aralık 2014 Cumartesi

Arafa Yolculuk



                                         
Her bir uyanı
ş aslında bir başkaldırıdır, geleceğe geçmişten gelen.
D
üşünceler; umut bulutlarını yağdıran, bekletir ölümü.
 İşte böyle yazıyordu hatırladığı son dizelerde. Tüm hassasiyetini bir kenara bırakan Rudy’nin vakti gelmişti belki de. Hayallerini tek tek hatırladı ve ufak bir gülümsemeyi yüzünden esirgemedi. Güneşin odaya yeni girişi saatin erkenliğinden değil, akşamdan kalma sarhoşluğunu yeni yeni üstünden atışıyla alakalıydı büyük olasılıkla.

 Yatağında doğruldu. Karşısındaki aynaya eski bir dostu hatırlamak istercesine baktı. Monotonluğun hakimiyetsizliği yüzünün tüm detaylarından anlaşılıyordu. İçinden küfredercesine mırıldanıyordu.

 Klasik bir hamleyle ayağa kalktı. Boynunu kıtırdattı. Duşa girmeden önce tüm kifayetsizliğiyle bilgisayarın düğmesine bastı. Her sabah yeni bir nostaljiyi yaşıyordu. Banyoya girdiğinde hayatının komutlarını tek tek yerine getiriyordu. Şampuanı eline aldığında kaç yıldır aynısını kullandığını anımsadı. Şaşkınlık belirtisi yüzünde yoktu ama. Boş vermişliğin tutsaklığını kemiklerinden sıyırırcasına bir harekete girişti. Sakinlik; monotonluğunu yenmeye kararlıydı. Fakat yine olağan durum gerçekleşti. Hiçlik…

 Uzun düşüncelerden nasıl sıyrıldığının farkına varmadan kendini mutfakta, mısır gevreğini ve sütünü üzerinde godzilla resmi olan kasesine döktü. Bir şey unutmuş gibi ani bir yönelmeyle odasına, bilgisayarının başına döndü. Orada onu bekleyen binlerce bildirim, onlarca mesaj vardı.

 Her gün müstakil evini parti alanına çeviren o renkli dünyasına, Facebook sayfasına dönmeliydi. Şu reklam işi de olsa oturduğu yerden para kazanacak, aylardır harcadığı tüm vaktini değerli hale getirebilecekti.  Hatta buradan gelen paralarla birikmiş borçlarının bir kısmını kapatabilir, otuzlu yaşlara yaklaşmasına karşın babasından, O’nun değimiyle ‘Yaşlı Bunağı’ndan’ para almasına da gerek kalmayabilirdi. Tüm suç babasındaydı O’na göre, zamanında Türkiye’ye gelmeselerdi pek hala kendi parasını kazanıyor olabilirdi; oysaki bilmediği bir coğrafya, tanımadığı insanlar hayatını çevrelemişti. Neyseki kendi birikimini, oluşturduğu Facebook hesabından yayabiliyor, rahatlıkla arkadaş edinebiliyordu.

 Vakit hayırsızlıklarını unutmuş bir dost gibi geçmişti.  Kısa paralolardan sonra internet tarayıcılarından en güzel eklentileri olanı açtı. Takım tutar gibi bu tarayıcıyı tuttuğunu farketti. Anasayfası açıldığında beyaz fonda kırmızıyla yazılmış yazıda mahkeme kararıyla bu sitenin kapatıldığı yazıyordu. İlk önce yapılan ufak bir şaka olduğunu düşündü. Dns ayarlarını değiştirip tekrar girmeye çalışıyordu. Sevgilisinin ani ayrılışında hissettiği karnının ufak bükülmelerini hatırlar gibi oldu. O kadar hızlı kullanır olmuştu ki artık bilgisayarı bu hissine vakit ayıramadan diğer tarayıcıları açma imkanı bulmuştu. Sonuç değişmemişti ve bu durumun kafatasına çarparak çıkardığı ses, şiddetli bir depreme maruz kalmış Japon ailesinin çıkaracağı seslere nitelik olarak fazlasıyla benziyordu.

                               


 Durum, kafasındaki soru işaretlerini barındırmaya imkan vermeyecek düzeyde saçma geliyordu. Tüm haber siteleri kırmızıya boyanmıştı. Tüm manşetlerde Facebook’un kimlik dolandırıcılığına bulaştığı yazıyordu. Facebook’un kapanması neredeyse bakkaldaki Kamil Amca’nın anlattığı darbelerdeki dehşetin tiyatroya dönmüş halini yaşatıyordu. Ayağa kalkmaktaki zorlanışı, yatağın yanında duran Jack Daniels’dan kaynaklanmıyordu büyük olasılıkla, çaresizliğin gölgeye bürünüşünü tüm vücudunda yaşıyordu. Tüm ağaçların küf tutmasına benziyordu Facebook’un kapatılması.

 Az önce yüzlerce balon şişirmişcesine başı dönüyordu ve hemen kendine yaslanacak bir yer aradı. Elleriyle ezbere peteğe tutundu, güçsüzleştiğini hissediyordu. Hayalleri; paketlenmiş, postalanıp uç diyarların kayıp yolcusu olmaya adaydı. Kendi benliğinin siyahında hissettikleri silikleşiyordu. Gözden kaybolurcasına sanki en yakın arkadaşına aşık, kaybetmekten korkan o ürkek çocuktu şimdi. Hayatı olan Facebook, yoktu. Hayatı, onu ‘O’ yapan değerler yoktu. Ölüyordu , vakit geçmeden tükeniyordu sessiz çığlıklarının girdabında. Keşkelerden, ya öyleyse umutları manşetlerin derinliğinden imkansızlığa varıldığının kanıtıydı. Salıncak misali sallanan bir dünyanın düşen çivisiydi, o; basit ve kimsesiz.

 Hayıflanamayacak kadar çok bağlandığını kabullendi. Ama bu kabul, duadan başka çaresi kalmayan kanser hastasının dökülen saçlarını avucunda sıkmasına benziyordu. Akan göz yaşları boşluğa salınan birer ateş topuydu onun gözünde. Hareketliğin mağdur uyuşukluğu ele geçirmişti kaderini. Kıpırdamak istemiyor mu, yoksa kıpırdayamıyor mu bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu aslında şimdi. O, sadece dünyasını geri almak istiyordu. Hayatını; iki gün önce tanıştığı kızı, kurduğu gruplardaki arkadaşlarına, sayfalarını beğenenlerle konuşmalarını, takip ettiği karikatürlerden seçtiklerini ve tonlarca insanı geri istiyordu. Şu an hepsine sarılmak istiyordu. En sevdiği yakınının ölüm haberini kabullenişinde, kardeşim dediği insana sarılmak ister gibi sarılmak istiyordu hepsine; kucak kucak. Ama bunların hepsi büyük bir olasılıkla olmayacaktı. Hatta olasılık boyutunu çoktan yitirdiğinin farkındalığını reddediyor. Çarmıha gerilmiş inançları etlerini kemiklerinden sıyırıyordu. Olmamasının boyutu oluşumun yeni bir versiyonuydu. Oluşumu boşaydı. Pazarcıların sesi artık gelmiyordu. Yok oluşu içinde değil, dış dünyanın nimetlerini de cehenneme gönderiyordu. Kendi kurduğu kompleks ama bir o kadar da aciz dünyanın altında can çekişiyordu artık. Vaktinin aslında şimdi dolduğuna inanıyordu, yaşıyordu arafını, O’na sürülen vakti doldurmadan, doldurmuşcasına. Kendiyle barışık bir suikastçi gibi. Gururlu ama tükenmiş. Varlığı yokluğunun öbür adıydı belki de. Kendi arafında düşüncelerinin hisleriyle gülüşmelerini zincirlere vurulan köle gibi izliyordu, üstelik daha kısık gözlerle.



                                                                                                     
                                                                                                         Mehmet YİĞİT
                                                                                              Geceleri Şubat’tan Olan Bir 2012

17 Aralık 2014 Çarşamba

Devcileyin Nehafet

“Doğru, görev kavramına aşina değilim artık. Eskiden işim dolayısıyla bu kavramla çok alıp verdiğim oldu, ilahiyat profesörüydüm. Ayrıca askerdim, savaşa ben de katıldım. Bana görev olarak görünen, yetkililer ve üstlerim tarafından yapmam emredilen şeylerin hiçbiri de asla iyi değildi, her seferinde ah bir söylenenin tersini yapsam derdim. Ne var ki, artık görev kavramına değilse de, en azından suç kavramına aşinayım. Belki ikisi de aynı kapıya çıkıyordur bunların. Bir annenin beni dünyaya getirmesiyle suçlu biri olup yaşamaya mahkum ediliyor, şu ya da bu devletin vatandaşı olmak, askere gitmek, öldürmek, silahlanma için vergi ödemekle yükümlü kılınıyorum. Ve şimdi, şu anda, yaşamak borcu beni bir vakit savaşta olduğu gibi yine başkalarını öldürme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı. Bu kez istemeye istemeye öldürdüğüm yok, suçu tevekkül gösterip kabullendim, bu aptalca, bu aşırı kalabalık dünyanın darmadağın olmasına karşı değilim, onun tuz buz olmasına seve seve katkıda bulunacak, kendim de seve seve dünyayla yok olup gideceğim.” *


İnsanın varoluşundan doğar sancısı, insanın doğumunda başlar hayat sorgusu. Yalnızdır herkes temelinde. Ruh biriciktir, tek ve özel, başka hiçbir ruhla denk değildir. Fakat o eş ruhu arama çabası bırakmaz peşimizi. Magazin programlarında buna ruh eşi de dendiğini duymuştum.

Eksiktir insan. Tamamlanmak ister. Mükemmeli arar lakin mükemmelle bile tatmin olmayacağını bilir. Acı duyar bundan. En çok zevk veren acılardan birisidir bu, yaşayan bilir. Izdırabından zevk duymayı pek onurlu sayar! Şerefli acılar duymak diye tanımladığımız şey sahici bir yanılsama değil de nedir?

Hayatın en geniş kataloğuyla karşılaşmayan yoktur. Adını hala sormadıysanız veya anımsayamıyorsanız tanıştırayım, kişilikler kataloğu. Aydın kişiliği, cahil kişiliği, beyefendi kişiliği, sahtekar kişiliği, zevkperest kişiliği, yardımsever kişiliği. Herkes bir kişiliği giymeyi tercih eder. Bazen arzuladığımız kişilik oluruz, bazen olmayız; bu bizim elimizde veya çevremizin elindedir, mesele değil. Katalogtan giydiğimiz kişiliklerin kalıplaşmış değer yargıları, doğru ve yanlışları vardır. Bunları otomatik olarak transfer etmemiz, kişilik sözleşmemizin zorunlu maddesidir. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Aydın bir kimse, zevk düşkünlerine hep alaycı ve küçümser bakar. Ne boş insanlarla doludur dünya ey tanrı, nasıl hayatı yaşamaya değer buluyorlar?  Zevkperest kişilik için ise aydın, beyaz yakalı kişilik küçümsemenin ve alayın en büyüğüne layıktır.

Hermann Hesse, Bozkırkurdu adlı romanında, çağın ortasında sıkışmış, bilge, aydın ve kültürlü bir karakter olan Harry’nin, iki kutuplu olduğunu düşündüğü karakter ikilemini anlatır. Bir tarafta zeki, entelektüel ve medeniyet sahibi insan kişiliği, diğer tarafta ise nefsani ve hayvani istek ve içgüdülerle dolu kurt kişiliği sıkıştırır benliğini. Savaş halinde olan bu iki karakteri asla barışmaz, bu yüzden Harry kendisini toplum içinde bir Bozkırkurdu olarak tanımlar. Fakat bulduğu bozkırkurdu el kitapçığının anlattığına göre ruh sadece iki kutuptan oluşmaz, aslında sonsuz kutba sahiptir. “iyi” gözüken her kişiliksel özellik insana, “kötü” gözüken her özellik ise kurda atfedilemez. İnsan, erkek, kadın, çocuk, yaşlı, kurt, tilki, yılan, köpek, ağaç, küçük bir çalılık ve çimen, hepsinden bir parça vardır ruhta. Şu veya bu doğrudur diyemem. Ama gerçek şu ki, dünya tam da hem o aydın kişinin, hem de zevkperestin alaya aldığı orta sınıf burjuvalara göre bir yerdir. O ortacılık, o ortalamalık, belki de yaşamı başarılabilir kılan da budur. Aydın kişilik, yaşamı başaramaz, intihar edecek kadar korkar yaşamdan ve intihar edemeyecek kadar korkar ölümden, ne kadar arzulasa da.

“Harry geriye dönüp bir daha kurt olamaz; diyelim ki oldu, o zaman kurdun da asla gelişim sürecinin başında bulunan basit bir yaratık sayılamayacağını anlayacaktır. Kurdun de kendi kurt bağrında iki veya daha çok ruhu vardır. Kurt olmayı isteyen, “ah ne saadet bir çocuk olmak” ezgisini dile getiren adam gibi, bir şeyi unutmuş demektir. Mutlu çocuk ezgisini söyleyen sempatik ama duygusal adam da doğaya, masumluğa, gelişim sürecinin başlangıç aşamalarına dönmeyi arzuladığını açığa vurur; ama tümüyle unuttuğu bir şey vardır: Çocuklar da asla mutlu değildir, onlar da pek çok çatışmayı, çelişkiyi ve acıyı yaşayabilen varlıklardır.” *


* Bozkırkurdu, H. Hesse, YKY




15 Aralık 2014 Pazartesi

Gülücüklerin Gölgelerdeki Bastonlu Yoldaşı; Mizah ve Günümüzdeki Esintisi



 
  Hayatın tregedyasının masumlaşan şeklini sunardı bize komediler. Yılların ağırlığını ve saygınlığını bir baş kaldırı biçiminde ezenlerdi o ilk gülüşler. Asilliğin ayaklar altına alınması tepkileri çekmişti ilk günlerinde tabii. Ama zamanla vazgeçilmezi olmayı başarmıştı tüm tiyatroların. Günler, aylar ve hatta yıllar geçtikçe insanlığın ulaştığı her yere komedi de ulaştı hatta bazı yerlere yollardan bile önce. Bu adeta bir nefes olmuştu insan hayatında. Süreğenliğin uzak, aklın ve mantığın yapı taşlarıyla süslü bir anlatımı kendine prensip edinen bu sanat, tüm imkanlarıyla insanın hayatın sıkıntılarını kendine düşman edinmiş ve bu gibi durumları basitsercesine insanların suratlarına geçici maskelerini çizmişti.

 
 
Dünya döndü, döndü, döndü ve değişime, gelişime kendini kaptırdı. Bu gelişimden en büyük ölçüde faydalanan teknoloji oldu. Teknoloji; insanların bilgi ve duygu paylaşımının zirveye ulaşmasını sağladı. Mizah da bu durumdan eksik kalmadı aşikardır ki. 

 
 
Başta siyah-beyaz ve sessiz şovlarıyla Charlie Chaplin geldi. Zamanla sesler ve renkler geldi. Durmadı, ilerledi. Türkiye’de ardından takipteydi bu gelişmelerin her zamanki gibi; filmler çekilmeye, yazlık sinemaları doldurulmaya başlandı ve hatta boyutlarını baştan biçimleyip televizyon denilen bir kutuya kadar dönüştü bu, ruh masalı. Mizah artık kendini gösterebilecek bir alan daha yakalamış oldu. Böylece çeyrek asır kadar televizyon-sinema ve tiyatro sahnesi güldürü dünyamızın yankı aletleri oldular.

 

  İlk başlarda herkesi bir ortamda toplayan, daha sonrasında sosyal yaşamlarını bağlayan bu etkileyici şovların başında pek tabii komedi yapımları geliyordu. Misalen bir Kemal Sunal fırtınası geçti kahkalarımızdan. Mimikleri bir mücevher gibi bizlere hayatın masum saflığını sundu. Gülerken gözlerimizden akan yaşların mutluluğuyla ısındık kimi zaman.
 
  Unutulmazlardı hayatımızda Zeki ile Metin. Öyle ki hayatın ve toplumun eksik yönlerini gülücükcüklerimize oturtarak eleştirdiler. Zamanında gelen paslaşmalarıyla izleyicilerin gözlükleri hale getirdiler ekranları.
 
 
Hababam fırtınasını geldi arkasından. Birbirinden farklı karakterleri bir amaçta toplayan, gerektiğinde ders veren dönemin hayta gençliğini işleyen Rıfat Ilgaz eseri her birimizi o sıralara tekrar oturttu.

 
 
Rüştü Asyalı’nın canlandırdığı Keloğlan da unutulmaz yerler köşesinde yerini ayırtı bu dönemde. Hep gülen yüzüyle ve doğruluğuyla başarılamayacak hiçbir şey olmadığını gösteren Keloğlan filmin durağan sahnelerinde ise bizlere Rüştü Asyalı’nın yanık sesi eşlik etti.


 
 
  Her işte olduğu gibi film sektörü de bir rant savaşı haline gelmeye başladı ve kaçınılmaz son kapımızı çaldı. Kendi benliğini korumadan izleyiciye empoze edilmek istenen tüm düşünce komedi maskesiyle bizlere sunuldu. Kitleleşmeyle kabulün kolaylaşması bizi çaresiz bıraktı ve kitleleşme olumsuz yönde büyük bir ivme kazandı. Bu ivmeyle komedi sektörü öyle bir hal aldı ki geçmişin kalitesi bir yana günümüzün sorunlarını bile eleştiremez hale geldik. Bunun yerine sorunlardan kaçmak amaçlı içinde fikir barındırmayan basitleşmiş komedi bizleri karşıladı; kahkahaların gölgesindeki aşılamalar ve küfürlerle. Durum böyle olunca bizim elimizde son kalan şey ise güdümlenmiş ve cüzdan hırsızı basit komiklikler oldu.

  Durum öyle trajikomik bir hal aldı ki örnek alınan şahsiyetlerin yerini bu kişilerin alması ve bu kişilere gösterilen değerlerin ülkenin minnet duyduğu tüm kahramanlardan bile fazla hale gelmesi çok da zamanımızı almadı. Her kalabalıkta bahsedilen konunun, her komik bir olayda ya da ülkemin bilmem neresinde patlatılan bomba yerine konuşulan konu filmin son fragmanı oldu. Bırakın kült yapımları; gerçekliği anlatan filmler bile izlenmezken bu basitsenemeyecek kadar aşağılık olan yapımların fragmanları milyonlarca kez izlenmeye layık görüldü. Ama büyük firmalarımızın bu konuda yaptıklarına minnet duygularımızla süslemeden geçilecek gibi değil. Eskiden olimpiyat birincilerimizi firmanın reklam yüzü haline getirirken şimdi bu şaklabanları ‘halk’ olarak bizleri temsil etmesine özen gösterir oldular. 
  Güçlünün, güçlülere yardım ettiği medya dünyasında alkışlanan bir adamın yakın çekimdeki geğirmesi oldu. Yanındaki güçsüzü ezmesi, ayıbını suratına kazıması oldu. Anlaşılamayan konu ise bu kişilerin bizi temsil etmemesi. Ne dinlerimizde, ne milletin ortak kültüründe ne de insanlık denilen kavramın saflarında böyle oluşumlara yer verilmez, aksine dışlanırken; bizler, bu kişileri ailemizin birer ferdi olarak kabul ettik.

  
  Acınası olan ise tüm bu gelişmelerden hoşnutsuz olanların bile bir kamuoyu oluşturmaktan çekinmesi, karşı tarafın güçlerinden korkması. Bilmem ne kadar saçma konuda bile güç birliği yapan bu insanlarımız zararın kendine dokunacağını anladığında, güçlerinden feragat etmek yerine şakşakcılığı kendine prensip olarak benimsemişlerdir. Yazıklar ola bu saygılarımıza…

   
  Çıkarımlar fazla distopyavari gözükse de, oluşacak sonuç ortada. Beynimizi yercesine körelten bu hayattan kaçma aşkı bize sahte gülücükleri yar edindiriyor. Biz bunu fark edemedikçe yaptığımız ve yapacağımız sadece kendi bilgi birikimimizi ve hayranlık portrelerimizi aldatmak, kör cocuğumuzu sokağa atmak olacaktır.



Basit Komiklik Adına ...
Mehmet Yiğit
2011 Bahar

14 Aralık 2014 Pazar

Dilemma



Neyin iyi, neyin güzel, neyin normal olduğu algımızı, çevremiz oluşturur. Günümüz toplumunda öyle bir reklam faaliyeti var ki, realite şaşıyor. Filmlerde gördüğümüz karizmatik top modeller olmak istiyoruz. Dizilerdeki, reklamlardaki "kusursuz" kadınları arıyoruz. Dahası bunu normal, olması gereken olarak görüyoruz hem de farkında olmadan, başarılı bir algı operasyonu da bunu gerektirir zaten. Televizyonlardaki sözgelimi “bilgi” yarışmaları bile az biraz popüler olmaya görsün, bütün yarışmacıları, güzel, yakışıklı, çekici, kültürlü insanlardan seçmeye başlıyorlar. Bana çok garip gelmiştir. Bilginin yarıştığı yerde bile şampuan reklamında oynayan kişinin çekiciliğini ölçen kriterler daima daha ön planda olmak zorunda. Peki ama neden? Daha çok özenelim, daha çok tüketelim, daha çok para harcayalım diye mi? Bizi David Beckham gibi yapacak parfümleri satın alalım diye mi? David Beckham bile bizim gözümüzdeki David Beckham gibi mükemmel olabileceğini sanmıyordur.
Kitaplarda bile hiçbir zaman şişman, kısa boylu ve gözlüklü bir baş kahramana rastlamadım. Ağrıma giden bir olaydır. Ne yani örneğin şişman birisi asla ana karakter olabilecek kabiliyete sahip değil midir? Bu, görsel reklama ihtiyacı olmayan edebi metinlerde bile böyle işleniyorsa, şişman olmak ayıp mı acaba? Gözlüklü isem toplumdan kaçmalı mıyım? Boyum ortalamadan daha kısa diye kendimi kapatmalı mıyım? Homoseksüellere bir kitap bu kadar saldırıda bulunsa piyasadan toplatırlar. Ama artık doğal hale gelmiş genel kurallarımız ve algılarımız var. Bunlar ilgimizi dahi çekmez.


Küçük, sevimli, imkansız hayallerimizin realiteyle çarpıştığı noktada belki de kusuru hep bu imkansızlıklarımıza buluruz. Ah daha karizmatik, ah daha popüler, ah daha zengin olsaydım diye hepimiz düşündük. Sahi düşününce bile heyecanlandığımız o hayallere ulaşamamız için ihtiyacımız olan şeyler bunlar mıydı? Hayallerimizi şu anda yaşayan o hainler, neyi başararak buna sahip oldular, benim yapamayacağım neyi yaptılar? Belki de sadece şans meselesidir. Benim gibi hayatta şansa inanmayan, inanmak istemeyen, kendi şansını kendin yaratırsın diyen insanlar için bu çıkmaza götüren ikilemin çözümü yok.
Mükemmeli arama isteğimiz asla bitmeyecek. Fakat mükemmelliğe asla ulaşamayacağız. Bizim hayalimizi yaşayan insanlar, bizim hayalini kurduğumuz kadar sevinç dolu ve heyecanlı değiller. Arayışları sürüyor. Doyumsuzluk tabiatımızda var. İçimizdeki vahşi hayvanı eleştiren ve alaya alan içimizdeki medeni insan bizi bazen frenliyor. Fakat medeni insan kişiliğimizle de aynı şekilde dalga geçen ve "bu pozları bırak ilkel yaratık" diyen vahşi kişiliğimiz bu savaşa son vermiyor. Mutlu olmayı mümkün kıldırmıyor. Kim bilir, belki de kaç kişinin hayali olan hayatı yaşayanlardan biri de biziz. Fakat bu hayat kendi hayalimiz değil ya, onu biliyoruz.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Yaşanmamış Bir Çok Anımız Var

                                             Yaşanmamış Bir Çok Anımız Var

Ne güzel hayallerimiz vardı. Ne güzel hayatlar yaşayacaktık. Ne çok arzuluyorduk gelecek güzel günleri. Umarsızca koca koca cümleler kuruyorduk: 
"Gelecek güzel günlerle gelecek" 
"İyiler mutlaka kazanır" 
Şimdi içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Hiçbir şey yazmak da gelmiyor. Şarkı bile söyleyemiyorum eskisi gibi içten. Hayallerin altında ezildik. Ne yapacağız biz şimdi?
Şimdi kendi kendime ancak "baki kalan gök kubbede hoş bir seda imiş" deyip duruyorum. Baki kalan şeyler hoş sedalarmış. Hoş seda?
           https://www.youtube.com/watch?v=C8xo34HMrkM
 Hoş seda olarak bu var artık elimde. Dinlemek isteyene...
                                
                                                   Gözlerin uzaklara bakıp gider aslında      
                                                           Gördüğün şeyler bambaşka
                                                 Yüzleştiğin yalanlar kafanda dönüp dururlar
                                                           Gerçeği görmek acıtıyorsa

                                                               Zaman gelir, akıp geçer
                                                           Şehirler önümden uçup gider
                                                 Çivi çiviyi sökmez ise ne yaparım ben hiç bilmem

                                                            Yaşanmamış bir çok anımız var
                                                            Gözümün önünde silinirlerken
                                      Merak dahi etmez, çarpar kalbin belki de başka yöne başka kişilere

                                                               Zaman gelir, akıp geçer
                                                            Şehirler önümden uçup gider
                                                Çivi çiviyi sökmez ise ne yaparım ben hiç bilmem

                                                                  Söz-Müzik:Berk İkizoğlu

1 Aralık 2014 Pazartesi