Hapishanede yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı eserine Adolf
Hitler, aslında “Yalana, Aptallığa, Korkaklığa Karşı Dört Buçuk Yıllık Mücadele”
ismini koymak istemiş fakat yayınevi bu ismi çok uzun bulduğu için kabul
etmemiş. Şüphesiz Hitler deyince aklımıza ilk gelen iki kavram “faşizm” ve “yahudi
soykırımı”. Ancak eseri okuduğumda aslında meselenin bu kadar basit olmadığını
gördüm.
Kitap boyunca beni en çok şaşırtan iki şey oldu.
Birincisi, Hitler’in kendi döneminin şartlarıyla
değerlendirdiğimizde vatanı ve milleti için ne kadar müthiş bir lider
olduğu. Hemen belirteyim, Hitler’in müthiş bir lider olduğunu düşünmem, onun
yahudilere veya herhangi başka etnik unsurlara yaptığı zulmü ve katliamı doğru
gördüğüm anlamını taşımaz. Hitler’in 6 milyon yahudi öldürdüğü iddia edilir
fakat birçok kaynağa göre de aslına bakarsak o zamanda avrupada toplam 6 milyon
yahudi yoktu. Şu anda bile dünyadaki nüfusları ise 13 milyon civarındadır.
Farklı kaynaklardan edindiğim bilgilere göre Hitler kamplarında 2 milyona yakın
insanı siyasi suçlu, sakat, yahudi vb. olması gibi sebeplerle öldürmüştür. Fakat
dünyanın en zalim insanı Hitlermiş gibi gözükmesinin sebebi, Hitler’in eserinde
de belirttiği gibi yahudilerin propaganda yetenekleriyle ilgilidir. Zira 40
milyona yakın insanı öldürdüğü iddia edilen Stalin hakkında bile bu kadar
yaygın bir nefret yoktur.
İkincisi, kitapta anlatılan dönem ile Türkiye arasında
şaşırtıcı derecede büyük bir benzerlik ve bağlantı görmem. Buradan şu an
Türkiye’yi yöneten siyasilerin veya liderlerin Hitler’e benzediği anlaşılmasın,
kastım 100 yıl önceki Almanya’nın Türkiye’ye ne kadar benzediği (yani Hitler o
zaman hapiste, iktidarda değil, iktidar olmadan önceki ülke ortamından
bahsediyorum).
Öncelikle dönem şartlarını kısaca özetleyeyim. Hitler’in
küçük yaşta annesi ve babası ölür, Viyana’da kendi başına zor şartlarda
geçinmeye çalışır. Aynı zamanda ressamdır. O dönem Avusturya İmparatorluğu’nda
Habsburg Hanedanlığı ve parlamento devleti yönetir. 1200lerden 1800lere kadar
yaşayan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun bir nevi devamı niteliğindedir.
Fakat o imparatorluktaki cermen unsuru zamanla azalmış, Hitler’in yaşadığı
dönemde Viyana’da aslında Slavlar nispeten daha fazla egemen olmaya başlamış,
Almanlar ise daha ezilen ve dünyadan habersiz bir halde yaşama mücadelesi
veriyor olmuşlardır. Almanya’da ise Bismarck’ın 1871de birleştirdiği II. Reich
devleti vardır ve birinci dünya savaşının ve Versailles anlaşmasının etkileri
hala sürmektedir.
Parlamentarizm
Hitler parlamentoyu şu şekilde tanımlar: Belirli bir sayıda,
örneğin 500 kişinin olduğu bir topluluk düşünelim. Bir karar verilebilmesi için
herkesin uyuşması gerekir. Hükümet bir karar almak için 500 kişiyi de hoşnut
etmek zorundadır. Böylece kendi siyasi kararlarını ve programını uygulayamaz.
Bu yüzden mecliste dönen şey sadece bir gösteriden ibaret olur. Ve sorumluluk
kavramı ortadan kalkar. Zira bir karar alınmışsa bunu meclis almıştır, hükümet
değil.
Yöneticilik deha işidir. Halkın seçtiği 500 kişinin de dehaya
sahip olduğu düşünülebilir mi? Halk dehayı ne kadar tartabilir? Halk dehaya
göre mi adaylara oy verir? Halk seçkin dehalara içgüdüsel olarak düşmandır.
Seçimle büyük bir adamın seçilip başa gelmesi, yüzyılda bir falan gerçekleşir.
Seçimle büyük bir adam bulup çıkarmak, iğne deliğinden deve geçirmek kadar
zordur. Dünya kurulduğundan bu yana
olağanüstü ne varsa, tümü bireysel girişimlerin sonucudur.
500 milletvekilinin her teknik konuda bilgisi yoktur. Fakat
bilmediği konulardaki kararlarda da oy kullanırlar. Hiç kimse çıkıp da “arkadaşlar
ben bu konuda bir şey bilmiyorum” deme cesareti gösteremez. Gösterse bile sonuç
değişmez. Böylesine ünlü ve saygın bir toplulukta hiç kimse kendisinin en aptal
olduğunu düşünmez veya kabul etmez. Burada namuslu olmak aptallığa eşittir.
Böylece işe namuslu olarak başlamış bir milletvekili bile sistem gereği
aldatmaya ve yalana alışacaktır.
Bu iddia karşısında şöyle denilebilir: Her milletvekilinin
bütün konularda bilgi sahibi olmadığı ve onun çalışmalarını yönlendiren
partisine uyarak oy verdiğini, partisinin komisyonlarının bulunduğunu, bu
komisyonların uzmanlar tarafından yönetildiği söylenebilir. Fakat o zaman
ortaya başka bir sonuç çıkar: Eğer herhangi bir devlet meselesinde bir karar
almaya birkaç uzmanın aklı ve bilgisi yeterliyse seçimle gelen beşyüz adama ne
gerek var? İşte meselenin esası budur.
Demokrasinin bu şekli, ancak sorumluluktan saklanan ve sinsi
ruhlu kimselerin hoşuna gider. Yani parlamento yahudi ırkının en çok seveceği konuma
düşmüştür. Bu haldeki bir parlamentoyu ancak bir yahudi veya yahudi hileleriyle
kandırılmış kimseler faydalı bulabilir.
Özgürce seçilmiş bir lider bütün
hareketlerinin ve kararlarının tam sorumluluğunu üstlenmeye mecburdur. Alman
demokrasisi, çeşitli sorunların çoğunluk kararıyla çözülmesini kabul edemez.
Kararı tek bir kişi verir ve ve bu kişi yaptıklarından canıyla, malıyla,
hayatıyla hesap verecek ölçüde sorumludur.
Bu tespitleri parlamentoyu iki yıl
boyunca izleyerek yapmış olan Hitler’in, o zamanlar Avusturya’da patlak vermiş
olan Pan-Germanist hareketin çabalarıyla ilgili tespitleri de ilginçtir. Bir
halk hareketi olarak gördüğü Pan-Germanist hareketinin, siyasi parti halinde
parlamentoya girmesiyle bir halk hareketi olmasından çıktığını yazar. Bunun
nedeni, parlamentodaki pan-germanist hareketin milletvekillerinin konuşmalarını, basının halka anlaşılmayacak ve saptırılmış şekilde aktarmasıydı.
Parlamentodaki tatlı siyaset, bu milletvekillerini halk toplulukları karşısında
aracısız konuşma yapmaktan alıkoyuyordu. Büyük kalabalıklar önünde, aracısız
konuşma yapmanın yararı unutuldu. Zamanla artık bir halk hareketi olmaktan
çıkıp akademik ve felsefi tartışmalara indirgendi bu hareket. Basının da neden
olduğu kötü etkiyle pan-germanist hareket kötü bir üne sahip oldu.
Hitler’e göre dünyanın büyük devrimleri hiçbir zaman
kalemlerin bayrağı altında olmamıştır! Sadece bu kalemlere devrimlerin görünen
nedenlerini yazmak işi düşmüştür. Ta ilk
çağlardan beri siyasi veya dini alanlarda büyük tarihi olayları meydana getiren
güç, yalnızca söylenen sözlerin esrarlı kudreti olmuştur. Bir milletin büyük
bir çoğunluğu her zaman sözün kudretine boyun eğer.
O zamanlarda Almanya’da yürütülen siyasette Hitler’e göre
halka sürekli bir dünya barışı felsefesi pompalanır. Oysa insalık her zaman
mücadeleyle büyümüştür. Sürekli barış, insanlığın mezarını hazırlar.
Ona göre Almanya’nın Avusturya ile müttefikliği delilikten
ibaretti. Avusturya ne eski gücüne sahipti ne de Almanya ve Almanlar’a sahip
çıkıyor ve destek veriyordu. Ona göre Almanya, Rusya ile birleşerek İngiltere’ye
karşı veya İngiltere ile birleşerek Rusya’ya karşı savaşmalıydı. Avusturya gibi
bir devletle müttefik olmak Almanya’nın hem sırtına yük, hem de bütün
devletlerin iştahını kabartan Avusturya’nın yanında sırf müttefik olduğu için
dünyanın hedefi olmaktı. Almanya İngiltere veya Rusya'dan biriyle müttefik olursa bunun savaşa sürükleyeceğini biliyor ve savaş çıkmaması için bu siyaseti benimsiyordu.
Ekonomik ve barış yollarıyla dünyayı fethetmeyi planlıyordu. Hele hele bunun
devletin dış siyasetinde en büyük ilke olması Hitler’in görüşüne göre kepazelikten
başka bir şey değildi.
Üçlü anlaşmanın(Almanya, Avusturya ve İtalya) değeri psikolojik
yönden gösterişsizdi, çünkü bir anlaşma mevcut durumu korumak ve devam
ettirmekle kalırsa, gücü de gitgide zayıflar. Oysa bir anlaşma, anlaşmayı yapan
devletlerin, bundan yararlanarak gelişmeyi düşünmeleri sonucunda daha güçlü bir
duruma gelir. Burada da güç, karşı
koymada değil saldırıdadır.
Irkını koruma içgüdüsü insan topluluklarının varlığının ilk
nedenidir. Bu yüzden devlet bir ırk organıdır, bir iktisadi örgüt değil.
Devleti ekonomik amaçlarla kurabileceklerini sanarlar oysa devlet, cinsin ve
milletin korunmasını sağlanmak içgüdüsü faaliyetini esas alan bir örgüttür. Bir
cinsin varlığının korunması, bir bireysel yaşamı feda etmeyi gerektirir. “Hayatınız ortaya koymazsanız, hiçbir
zaman hayatınızı kazanamazsınız.”
Devletleri doğuran ve koruyan güçlerin neler olduğu
soruluyorsa, bu soruya verilecek cevap şu olur: bireyin toplum uğruna
fedakarlık ruhu ve göstereceği irade. Bu iki faziletin ekonomiyle bir ilgisi ve
ortak yanı yoktur. İnsan bir iş için değil, bir ideal için hayatını feda eder. 1914
yılında Alman askeri bir düşünce uğruna savaştığına inandığı sürece mücadeleye
yardımcı oldu. Fakat Alman milletini yalnız günlük ekmeği için savaşa soktukları
zaman, halk savaşmaktan vazgeçti. Devlet adamları, bir insanın ekonomi uğruna
mücadele ettiği andan itibaren elinden geldiği kadar ölümden kaçındığını hiçbir
zaman anlamadılar ve farkına varamadılar. Almanlar ekmek için savaşırken
İngiliz askerleri milletlerinin özgürlüğü için savaşıyorlardı.
Hitlere göre Marksizmin temel hedefi yahudi olmayan bütün
devletleri yıkmak ve milli ekonomileri yok etmekti. Buna daha sonra
değineceğim. Fakat Yahudilerin yaydığı bu Marksizmin yok edilmesi gerekiyordu.
Bu
düşüncenin kökünü tamamen kazımak gerekir. Ancak bir düşünceyi silahla yok
etmek mümkün değildir. Tarihte benzer olaylar ve özellikle din meseleleri söz
konusu olduğunda, felsefi görüş ve düşünceler, belli manevi temayüllerden
oluşan hareketler, ister doğru ister yanlış olsunlar bir zaman sonra yalnız bir
şartla maddi güç tarafından yok edilebilir. Bu şart şudur: Bu maddi güç, yeni
bir ışık saçan yeni bir felsefi görüşün veya düşüncenin hizmetinde olmalıdır. Manevi bir görüşe dayanan ahlaki bir güç
olmadan yalnız başına fiziki bir güç kullanarak bir düşüncenin zihinlerden
sökülüp atılması hiçbir zaman sağlanamaz veya yayılmasına engel olunamaz.
Bu felsefi
düşüncenin amacı, hem karşı düşünceyi yok etmek için mücadeleye girişmek hem de
kendi görüşlerini kabul ettirmek olmalıdır. Maddi güçle bir fikri ezmek için
yapılan girişimlerin tamamı, kavga, yeni bir manevi mevzi lehinde hücüm şeklini
almadıkça, kısır kalmaya mahkumdur. Hitler’e göre bunun için Marksizme karşı
mücadele o güne kadar sürekli sonuçsuz kalmıştır.
Devamı bir sonraki
yazıda…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder