15 Kasım 2014 Cumartesi

Kavgam I. : DÜNYA KURULDUĞUNDAN BU YANA OLAĞANÜSTÜ NE VARSA, TÜMÜ BİREYSEL GİRİŞİMLERİN SONUCUDUR



Hapishanede yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı eserine Adolf Hitler, aslında “Yalana, Aptallığa, Korkaklığa Karşı Dört Buçuk Yıllık Mücadele” ismini koymak istemiş fakat yayınevi bu ismi çok uzun bulduğu için kabul etmemiş. Şüphesiz Hitler deyince aklımıza ilk gelen iki kavram “faşizm” ve “yahudi soykırımı”. Ancak eseri okuduğumda aslında meselenin bu kadar basit olmadığını gördüm.

Kitap boyunca beni en çok şaşırtan iki şey oldu.
Birincisi, Hitler’in kendi döneminin şartlarıyla değerlendirdiğimizde vatanı ve milleti için ne kadar müthiş bir lider olduğu. Hemen belirteyim, Hitler’in müthiş bir lider olduğunu düşünmem, onun yahudilere veya herhangi başka etnik unsurlara yaptığı zulmü ve katliamı doğru gördüğüm anlamını taşımaz. Hitler’in 6 milyon yahudi öldürdüğü iddia edilir fakat birçok kaynağa göre de aslına bakarsak o zamanda avrupada toplam 6 milyon yahudi yoktu. Şu anda bile dünyadaki nüfusları ise 13 milyon civarındadır. Farklı kaynaklardan edindiğim bilgilere göre Hitler kamplarında 2 milyona yakın insanı siyasi suçlu, sakat, yahudi vb. olması gibi sebeplerle öldürmüştür. Fakat dünyanın en zalim insanı Hitlermiş gibi gözükmesinin sebebi, Hitler’in eserinde de belirttiği gibi yahudilerin propaganda yetenekleriyle ilgilidir. Zira 40 milyona yakın insanı öldürdüğü iddia edilen Stalin hakkında bile bu kadar yaygın bir nefret yoktur.
İkincisi, kitapta anlatılan dönem ile Türkiye arasında şaşırtıcı derecede büyük bir benzerlik ve bağlantı görmem. Buradan şu an Türkiye’yi yöneten siyasilerin veya liderlerin Hitler’e benzediği anlaşılmasın, kastım 100 yıl önceki Almanya’nın Türkiye’ye ne kadar benzediği (yani Hitler o zaman hapiste, iktidarda değil, iktidar olmadan önceki ülke ortamından bahsediyorum).

Öncelikle dönem şartlarını kısaca özetleyeyim. Hitler’in küçük yaşta annesi ve babası ölür, Viyana’da kendi başına zor şartlarda geçinmeye çalışır. Aynı zamanda ressamdır. O dönem Avusturya İmparatorluğu’nda Habsburg Hanedanlığı ve parlamento devleti yönetir. 1200lerden 1800lere kadar yaşayan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun bir nevi devamı niteliğindedir. Fakat o imparatorluktaki cermen unsuru zamanla azalmış, Hitler’in yaşadığı dönemde Viyana’da aslında Slavlar nispeten daha fazla egemen olmaya başlamış, Almanlar ise daha ezilen ve dünyadan habersiz bir halde yaşama mücadelesi veriyor olmuşlardır. Almanya’da ise Bismarck’ın 1871de birleştirdiği II. Reich devleti vardır ve birinci dünya savaşının ve Versailles anlaşmasının etkileri hala sürmektedir.



Parlamentarizm
Hitler parlamentoyu şu şekilde tanımlar: Belirli bir sayıda, örneğin 500 kişinin olduğu bir topluluk düşünelim. Bir karar verilebilmesi için herkesin uyuşması gerekir. Hükümet bir karar almak için 500 kişiyi de hoşnut etmek zorundadır. Böylece kendi siyasi kararlarını ve programını uygulayamaz. Bu yüzden mecliste dönen şey sadece bir gösteriden ibaret olur. Ve sorumluluk kavramı ortadan kalkar. Zira bir karar alınmışsa bunu meclis almıştır, hükümet değil.
Yöneticilik deha işidir. Halkın seçtiği 500 kişinin de dehaya sahip olduğu düşünülebilir mi? Halk dehayı ne kadar tartabilir? Halk dehaya göre mi adaylara oy verir? Halk seçkin dehalara içgüdüsel olarak düşmandır. Seçimle büyük bir adamın seçilip başa gelmesi, yüzyılda bir falan gerçekleşir. Seçimle büyük bir adam bulup çıkarmak, iğne deliğinden deve geçirmek kadar zordur. Dünya kurulduğundan bu yana olağanüstü ne varsa, tümü bireysel girişimlerin sonucudur.

500 milletvekilinin her teknik konuda bilgisi yoktur. Fakat bilmediği konulardaki kararlarda da oy kullanırlar. Hiç kimse çıkıp da “arkadaşlar ben bu konuda bir şey bilmiyorum” deme cesareti gösteremez. Gösterse bile sonuç değişmez. Böylesine ünlü ve saygın bir toplulukta hiç kimse kendisinin en aptal olduğunu düşünmez veya kabul etmez. Burada namuslu olmak aptallığa eşittir. Böylece işe namuslu olarak başlamış bir milletvekili bile sistem gereği aldatmaya ve yalana alışacaktır.
Bu iddia karşısında şöyle denilebilir: Her milletvekilinin bütün konularda bilgi sahibi olmadığı ve onun çalışmalarını yönlendiren partisine uyarak oy verdiğini, partisinin komisyonlarının bulunduğunu, bu komisyonların uzmanlar tarafından yönetildiği söylenebilir. Fakat o zaman ortaya başka bir sonuç çıkar: Eğer herhangi bir devlet meselesinde bir karar almaya birkaç uzmanın aklı ve bilgisi yeterliyse seçimle gelen beşyüz adama ne gerek var? İşte meselenin esası budur.
Demokrasinin bu şekli, ancak sorumluluktan saklanan ve sinsi ruhlu kimselerin hoşuna gider. Yani parlamento yahudi ırkının en çok seveceği konuma düşmüştür. Bu haldeki bir parlamentoyu ancak bir yahudi veya yahudi hileleriyle kandırılmış kimseler faydalı bulabilir.
Özgürce seçilmiş bir lider bütün hareketlerinin ve kararlarının tam sorumluluğunu üstlenmeye mecburdur. Alman demokrasisi, çeşitli sorunların çoğunluk kararıyla çözülmesini kabul edemez. Kararı tek bir kişi verir ve ve bu kişi yaptıklarından canıyla, malıyla, hayatıyla hesap verecek ölçüde sorumludur.


  Bu tespitleri parlamentoyu iki yıl boyunca izleyerek yapmış olan Hitler’in, o zamanlar Avusturya’da patlak vermiş olan Pan-Germanist hareketin çabalarıyla ilgili tespitleri de ilginçtir. Bir halk hareketi olarak gördüğü Pan-Germanist hareketinin, siyasi parti halinde parlamentoya girmesiyle bir halk hareketi olmasından çıktığını yazar. Bunun nedeni, parlamentodaki pan-germanist hareketin milletvekillerinin konuşmalarını, basının halka anlaşılmayacak ve saptırılmış şekilde aktarmasıydı. Parlamentodaki tatlı siyaset, bu milletvekillerini halk toplulukları karşısında aracısız konuşma yapmaktan alıkoyuyordu. Büyük kalabalıklar önünde, aracısız konuşma yapmanın yararı unutuldu. Zamanla artık bir halk hareketi olmaktan çıkıp akademik ve felsefi tartışmalara indirgendi bu hareket. Basının da neden olduğu kötü etkiyle pan-germanist hareket kötü bir üne sahip oldu.

Hitler’e göre dünyanın büyük devrimleri hiçbir zaman kalemlerin bayrağı altında olmamıştır! Sadece bu kalemlere devrimlerin görünen nedenlerini yazmak işi düşmüştür. Ta ilk çağlardan beri siyasi veya dini alanlarda büyük tarihi olayları meydana getiren güç, yalnızca söylenen sözlerin esrarlı kudreti olmuştur. Bir milletin büyük bir çoğunluğu her zaman sözün kudretine boyun eğer.

O zamanlarda Almanya’da yürütülen siyasette Hitler’e göre halka sürekli bir dünya barışı felsefesi pompalanır. Oysa insalık her zaman mücadeleyle büyümüştür. Sürekli barış, insanlığın mezarını hazırlar.
Ona göre Almanya’nın Avusturya ile müttefikliği delilikten ibaretti. Avusturya ne eski gücüne sahipti ne de Almanya ve Almanlar’a sahip çıkıyor ve destek veriyordu. Ona göre Almanya, Rusya ile birleşerek İngiltere’ye karşı veya İngiltere ile birleşerek Rusya’ya karşı savaşmalıydı. Avusturya gibi bir devletle müttefik olmak Almanya’nın hem sırtına yük, hem de bütün devletlerin iştahını kabartan Avusturya’nın yanında sırf müttefik olduğu için dünyanın hedefi olmaktı. Almanya İngiltere veya Rusya'dan biriyle müttefik olursa bunun savaşa sürükleyeceğini biliyor ve savaş çıkmaması için bu siyaseti benimsiyordu. Ekonomik ve barış yollarıyla dünyayı fethetmeyi planlıyordu. Hele hele bunun devletin dış siyasetinde en büyük ilke olması Hitler’in görüşüne göre kepazelikten başka bir şey değildi.

Üçlü anlaşmanın(Almanya, Avusturya ve İtalya) değeri psikolojik yönden gösterişsizdi, çünkü bir anlaşma mevcut durumu korumak ve devam ettirmekle kalırsa, gücü de gitgide zayıflar. Oysa bir anlaşma, anlaşmayı yapan devletlerin, bundan yararlanarak gelişmeyi düşünmeleri sonucunda daha güçlü bir duruma gelir. Burada da güç, karşı koymada değil saldırıdadır.


Irkını koruma içgüdüsü insan topluluklarının varlığının ilk nedenidir. Bu yüzden devlet bir ırk organıdır, bir iktisadi örgüt değil. Devleti ekonomik amaçlarla kurabileceklerini sanarlar oysa devlet, cinsin ve milletin korunmasını sağlanmak içgüdüsü faaliyetini esas alan bir örgüttür. Bir cinsin varlığının korunması, bir bireysel yaşamı feda etmeyi gerektirir. “Hayatınız ortaya koymazsanız, hiçbir zaman hayatınızı kazanamazsınız.”
Devletleri doğuran ve koruyan güçlerin neler olduğu soruluyorsa, bu soruya verilecek cevap şu olur: bireyin toplum uğruna fedakarlık ruhu ve göstereceği irade. Bu iki faziletin ekonomiyle bir ilgisi ve ortak yanı yoktur. İnsan bir iş için değil, bir ideal için hayatını feda eder. 1914 yılında Alman askeri bir düşünce uğruna savaştığına inandığı sürece mücadeleye yardımcı oldu. Fakat Alman milletini yalnız günlük ekmeği için savaşa soktukları zaman, halk savaşmaktan vazgeçti. Devlet adamları, bir insanın ekonomi uğruna mücadele ettiği andan itibaren elinden geldiği kadar ölümden kaçındığını hiçbir zaman anlamadılar ve farkına varamadılar. Almanlar ekmek için savaşırken İngiliz askerleri milletlerinin özgürlüğü için savaşıyorlardı.

Hitlere göre Marksizmin temel hedefi yahudi olmayan bütün devletleri yıkmak ve milli ekonomileri yok etmekti. Buna daha sonra değineceğim. Fakat Yahudilerin yaydığı bu Marksizmin yok edilmesi gerekiyordu.
Bu düşüncenin kökünü tamamen kazımak gerekir. Ancak bir düşünceyi silahla yok etmek mümkün değildir. Tarihte benzer olaylar ve özellikle din meseleleri söz konusu olduğunda, felsefi görüş ve düşünceler, belli manevi temayüllerden oluşan hareketler, ister doğru ister yanlış olsunlar bir zaman sonra yalnız bir şartla maddi güç tarafından yok edilebilir. Bu şart şudur: Bu maddi güç, yeni bir ışık saçan yeni bir felsefi görüşün veya düşüncenin hizmetinde olmalıdır. Manevi bir görüşe dayanan ahlaki bir güç olmadan yalnız başına fiziki bir güç kullanarak bir düşüncenin zihinlerden sökülüp atılması hiçbir zaman sağlanamaz veya yayılmasına engel olunamaz.
Bu felsefi düşüncenin amacı, hem karşı düşünceyi yok etmek için mücadeleye girişmek hem de kendi görüşlerini kabul ettirmek olmalıdır. Maddi güçle bir fikri ezmek için yapılan girişimlerin tamamı, kavga, yeni bir manevi mevzi lehinde hücüm şeklini almadıkça, kısır kalmaya mahkumdur. Hitler’e göre bunun için Marksizme karşı mücadele o güne kadar sürekli sonuçsuz kalmıştır.


Devamı bir sonraki yazıda…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder