Savaş ve ihtilal sonrası Almanya ekonomik ve siyasi olarak yıpranmış, zayıflamış, güçsüz düşmüş bir haldeydi.
Hitler’e göre Almanya’nın o günkü kötü durumunun nedeni, ‘’mağlup olunan savaşın sonuçlarına katlanılmak zorunda olduğu’’ düşüncesidir. Bu ahmakça düşünceye göre feci durumun nedeni, savaşı Almanya’nın kaybetmiş olmasıdır. O gün bu düşünceyi savunan ihtilalci hükümet, savaş sırasında dünya barışı naraları atıyor, düşmanın iyiliklerini takdir ediyor ve bu kanlı savaşın sorumlusunu Almanya olarak görüyorlardı. Bu savaşın zaferle sonuçlanmasında bile aslında kazananın Alman halkı ve işçisi değil, kapitalistler olacağını; savaş kaybedilirse yok olan şeyin sadece militarizm olacağını ve hatta Alman milletinin bunun için bayram yapabileceğini ilan ediyorlardı. Savaş sonrasında ise aynı çevreler ve yahudi gazeteleri, Alman milletinin zafer bayraklarıyla dönmeye haklarının olmadığını yazıyordu. Savaş kaybedilmişti ve millet bu yüzden bunun sonuçlarına katlanmak zorundaydı!
Kuşkusuz savaşın kaybedilmesi vatan için acı bir durumdu fakat bu kaybediliş bir neden değildi, başka nedenlerin sonucuydu. Söylenildiği gibi bozgun aslında cephede yenilgiden dolayı değil, bu ‘’hainlerin’’ hareketlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Zira Alman ordusu sayıca üstün ve teknik açıdan donanımlıydı. Tam dört yıl boyunca bütün dünyaya karşı direnmesi de Alman ordusunun üstünlüğünü gösteren son derece adil bir ölçüttü. Ordunun yönetimi konusunda elbette kusurlar olmuştu fakat bunlar olağan kusurlardı, facianın başlıca sebebi olacak nitelikte değillerdi. Sonuç olarak burada asıl sorulması gereken soru şudur: Sadece askeri bir mağlubiyet, bütün bir milleti ve devleti böylesine bir çöküşe sürükleyebilir mi? Böyle yenilgiler alan her millet tarihten silinmiş midir?
Eğer millet askeri yenilgilerinde ahlaksızlıklarının, kudret noksanlıklarının, karaktersizliklerinin, kısacası liyakatsizliklerinin karşılığını almış olursa, bunun sonucu, bir millet ve devletin çöküşünü ve hatta tarihten silinmesini doğurur. Fakat askeri yenilgi bu sebeplerden değilse, aksine bir millet için itici güç olur. Tarih bir sürü örnekle bu iddianın doğruluğunu kanıtlar.
Elbette savaşta yenilgiyi sevinçle karşılayan, kandırılmış ve yozlaştırılmış Almanya’nın bu cezayı hak ettiği bir gerçektir. Bu ceza oldukça da adildir. Fakat bu yenilginin sebebi hiç bir zaman askeri zaaf değildi. Savaştan çok daha evvelden başlayan toplumun ahlaki hastalığı, Alman milletini yiyip bitirmişti. Bu ahlaki zehirlenmenin yanı sıra Alman milleti varolma içgüdüsünü ve buna bağlı olan duygusunu kaybetmişti; uzun zamandır da İmparatorluğun temellerini oymaya başlamıştı. Hastalığın etkilerinin zaman içinde yavaş yavaş yayılarak, müzmin hale geldikten sonra artık en zayıf anında milleti tarih sahnesinden kesin olarak silmesi olasıyken; bu hastalığın daha hızlı ve ani olarak büyümesi, ortaya çıkması ve fark edilmesi Alman milleti için aslında büyük bir şanstı.
‘’İnsanın veremden çok vebaya karşı daha kolayca karşı koyması bir rastlantı değildir. Veba ölüm dalgaları halinde çevresine dehşet saçar ve insanlığı sarsar, verem ise yavaş yavaş yayılır. Biri korkunç bir korku verirken, öbürü bir aldırışsızlığa yöneltir insanı. Bunun sonucu şudur: Hiçbir şeyden çekinmeyerek bütün gücüyle vebayı yenmeye çalışan insan, veremin önüne set çekmek için pek zayıf bir girişimde bulunur. İnsan vebayı kontrol altına aldığı halde, vereme boyun eğer.’’
Hitler, bu hastalığın başlıca sorumlusunun marksist örgütler ve yahudiler olduğunu ifade ediyordu. Yalana inandırılan millet, vatan hainlerine alkış tutacak hale gelmişti. Bir yalan ne
kadar ufak olursa olsun, duyanın üzerinde bir etki bırakır. ‘’Edilen bir iltifat tamamen yalan da olsa, karşındaki bunun en az %50sine inanır’’ diyen kişinin haklılığı da bundan gelir. En etkili yalanları üretmeyi ve bunu söylemesini en iyi bilen millet her zaman Yahudiler olmuştur. Zira onların varlık temeli büyük bir yalana bağlıdır: yahudiliğin bir ırk olduğu gerçeği söz konusu olduğunda, konunun tamamen dini olduğunu ve dinsel bir topluluk olduklarını ileri sürerler. Bu yüzden Yahudiler varlıklarının doğal bir sonucu olarak yalan söyleme üstadlarıdırlar. Yahudilerin bu zehirleme konusunda en büyük silahları basındır. Yaygın gazetelerin tamamı onların elindedir. Kendilerini ve yalanlarını hukuken koruma altına alırken yine aslında neye hizmet ettiğini idrak edemeyen halkı kandırarak destekçisi yapmışlardır ve basın özgürlüğü kavramı ortaya çıkmıştır. Hitler’e göre ‘‘Halka yalan söylemek ve yalana inandırmak, onu zehirlemek için yararlanılan ve herhangi bir cezadan muaf tutulan yöntemin uygulanmasına basın özgürlüğü denir.’’
Basın, toplum ve gazetecilik konularına detaylı olarak başka bir yazıda devam etmek üzere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder