8 Ocak 2015 Perşembe

İfade Özgürlüğü ve Terör Üzerine Notlarım

‘’Geçtiğimiz gün Paris’te 3 radikal islamcı terörist, Paris’te islam karşıtı karikatürleriyle dikkat çeken Charlie Hebdo dergisine silahlı saldırıda bulundu. 12 ölü, bir o kadar da yaralı var.’’





İfade, fikirlerin dışavurumudur. Bu dışavurum sözlü, yazılı, davranışsal olabileceği gibi; bir eylemde bulunarak aktif veya bir eylemde bulunmayarak pasif şekilde de meydana gelebilir. İfade özgürlüğü kavramı ise insanların görüş, kanaat, düşünce ve taleplerini başlarına kötü bir şey gelmesi, özellikle kamu otoriteleri tarafından başlarına kötü bir şey getirtilmesi korkusu taşımadan serbestçe ifade edebilmeleridir. Görüldüğü üzere ifade özgürlüğü negatif statü haklarındandır, yani hakkın yerine getirilmesi için, otoriteye aktif olarak bir şey yapma değil, ‘’yapmama’’ ödevi yüklenmiştir.

İfade özgürlüğü bugün birçok devlette anayasal hak olarak tanınır, ayrıca AİHS, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi birçok uluslararası sözleşmede de kabul edilmiştir.
İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ile iç içe geçmiştir. Basın özgürlüğü ve inanç özgürlüğü ile de yakın ilişki içerisindedir.


Fransa’daki saldırı ve 12 kişinin katledilmesi hepimizin malumu. Charlie Hebdo dergisinin ve Stephane Charbonnier (Charb)’ın karikatürlerinin, ifade özgürlüğü kapsamında olup olamayacağı sosyal medyada tartışılıyor. Peşinen söylemek gerekir, bir karikatüristin veya bir derginin yayınlarından dolayı silahlı saldırıya uğraması ve 12 kişinin katledilmesi, hatta karikatürlerle hiçbir alakası olmayan polislerin öldürülmesini meşru kılacak hiçbir argüman olamaz. Ben sadece olaya daha geniş bir pencereden bakmaya çalışan sıradan bir vatandaşım.


İfade özgürlüğü, her özgürlükte olduğu gibi, kişiye sınırsız bir özgürlük alanı sunmaz. Zira bazen ifade özgürlüğü, başka haklarla çatışacak duruma gelebilir ki, bu durumda hakları dengede tutacak bir ölçüte ihtiyaç vardır. Dolayısıyla ifade özgürlüğünün hukuki anlamda konu bakımından sınırı vardır. Nefret söylemi, savaş çığırtkanlığı ve hatta bugün uluslararası olarak yahudi soykırımını inkar, ifade özgürlüğü kapsamına kategorik olarak kat’iyetle girmemektedir. Kamu düzenini bozan, ulusal güvenliğe karşı vb. birçok durum da hukuk düzenlerinde sayılmıştır. Benim üzerinde durmak istediğim, bir kişinin kişilik haklarına, şeref ve saygınlığına hakaret etmek ifade özgürlüğü kapsamına ne derece girecektir? Topluma yönelik tahrik edici ve aşağılayıcı, kışkırtıcı ifadeler ne derece korunacaktır?




Dergide islamiyet ile ilgili karikatürlerden birkaç tanesini gördüm. Bir tanesi(Hz. Muhammed ile ilgili olan) link olarak paylaşmak bir yana anlatamayacağım ölçüde çirkindi, isteyenler internette arayıp bulabilir. Mizah, zeka işidir. Güldürür, düşündürür, eleştirir, kişide iz bırakır. Eyvallah. Peki mizah kullanılarak bir inançla dalga geçmek kimin ne kadar hakkıdır? Öncelikle bunu bir tartışalım.


Sosyal medyada gördüğüm en yaygın ve haklı eleştiri: ‘’Siz müslümanlar için inançlarla dalga geçilemez anlayışı yok, islamla dalga geçilemez anlayışı var.’’ Bu çok doğru. Ve bu sadece müslümanlar için değil, birçok kişi için geçerli. Müslümanlar ve herkes bir başkasının inancıyla dalga geçiyor. ‘’Salaklara bak puta tapıyorlar’’, ‘’Allah yok diyorsun hee görürüm ben sizi öldükten sonra’’,‘’şarap içerek ibadet mi olur’’ vesaire örnekler çoğaltılabilir. Şu bir gerçek ki herkes herkesin inancına saygı duymak zorunda değil. Zira ateist bir insanın Kuran'da bir ayete saygı duymaması ve dikkate almaması gayet doğaldır, duymayabilir. Veya müslüman da ateistin, yahudinin değerlerine saygı duymayabilir. Fakat sosyal toplumda belli bir saygı derecesini göstermek zorundadır. Bu yaşamla alakalıdır. Dalga geçmek bir derece kabul edilebilir, fakat söz konusu karikatür gibi amaç kitleleri aşağılayarak ve tahrik ederek, nefret uyandırarak dikkat çekmek ise, bu ifade özgürlüğünün sınırını aşacaktır. Bu sınırı aşmanın cezası kesinlikle ölüm olamaz. Karikatüristlerin ve masum insanların öldürülmesi asla meşru kılınamaz. Fakat bu derece kışkırtıcı bir ifadede bulunursan, bunun sonuçlarını da göze alman gerekir. Söz konusu karikatür nasıl bir fikrin ortaya konuş biçimi, ifade ise; teröristlerin saldırısı da (aynı ölçüde demiyorum) ifadedir. Fakat karikatüristin ifadesi özgürlüğünün sınırını aştığı gibi, teröristlerin ifadesi de sınırı aşacaktır. Şunu netleştirmek gerekir: Bir kişinin kutsal değeri hakkında eleştiride bulunmak, beğenmemek, saygı duymamak, hatta kötü söz söylemek başka bir şeydir; aşağılamak ve kışkırtmak amacıyla tahrik etmek bambaşka bir şeydir. Ve sen nasıl karşı tarafın haklarını hiçe sayarak bu şekilde bir ifade de bulunabiliyorsan, iki tane manyak da kendinde aynı hakkı bularak, saldırı düzenleyerek ‘’bu ifadeden hoşnut olmadığını’’ ifade eder. Özetle: Mizah yapan bir derginin karikatüristleri, ifadeleri ne kadar tahrik edici, kışkırtıcı, aşağılayıcı olursa olsun; bunun cezası ölüm olamaz, kimse kendine bu yetkiyi veremez. Tahkir ve tahrik sebebiyle katletmek ne ölçülüdür, ne meşrudur, ne savunulabilir. Fakat bu, yukarıda sayılan nedenlerle, sözü geçen karikatürün ifade özgürlüğü kapsamına girdiği anlamına da gelmez.


Saldırı yapan 3 tane ‘’terörist müslüman’’ı korumaya çalıştığım düşünülmesin. Fakat keşke düşünüldüğü kadar basit ve bireysel bir saldırıdan bahsedebiliyor olsak. Neden keşke diyorum: Terör, güç otoritelerinin, toplumları yönlendirmek için kullandığı bir araçtır. Bir başka anlamda da terör, günümüzün piyadeleri, orduları, donanmaları, atlıları; kısacası savaş silahları, savaş araçlarıdır.



İlk anlamıyla terör sayesinde otoriteler toplumu istediği şekilde yönetir, haklarını kısıtlar, kendi çıkarını sağlayan bir amaca kanalize eder, oyalayarak manipüle eder veya gerçekleri maskeler. 11 Eylül'de ikiz kulelerin yıkılmasında ‘’terör’’ adı altında, kendi finanse ettikleri, kendi kurguladıkları bir sanal düşman yaratarak onunla savaşmak adına ABD; Irak’a, Afganistan’a müdahale etti. Bugün ülkemizde birçok olayın ardı arkası terör olayları ile kapatılıyor, unutturuluyor, gündemden saklanıyor. Terör korkusu bizi devlete daha da muhtaç hale getirmiyor mu? Bizi teröristlerden korusun diye devlete neredeyse bütün haklarımızı devredeceğiz.

İkinci anlamıyla terör sayesinde de devletler savaşır. Bu savaşı, kendi kurdukları ve finanse ettikleri terör örgütleri eliyle yaparlar. Mağarada yaşayan Usame Bin Ladin’in, ABD hava kuvvetlerini ve savunma sistemlerini alt edip, uçak korsanlığı yapıp İkiz Kuleler'i vurduğunu düşünmüyoruzdur herhalde, veya ellerinde yiyecek doğru düzgün ekmek olmayan Orta Doğu'daki bir çok ‘’İslami Terör’’ örgütünün makineli tüfekleri kendi ürettiklerini tasavvur edemiyoruzdur. Öyle ki Boko Haram diye bir örgüt çıkıyor, beraber yaşadığı müslümanlar farklı mezhepten diye onları katlederken; bu sözüm ona radikaller islam dışı hiçbir organizasyona karşı bir eylem gerçekleştiremiyorlar. IŞİD, öyle müslüman bir örgüt ki bütün müslümanları katlediyor. Halbuki müslümanlar sorsanız genelde İsrail’den nefret ederler. İşte en radikal islamcı örgüt bile müslümanları vurmak için varlığını sürdürüyor. Çünkü ipleri emperyalistlerin elinde. İşin siyasi boyutuna çok fazla girmek istemem bu hususlar çok ayrı bir yazının konusu olabilir, fakat 3 tane müslümanın ‘’allahuekber’’ nidalarıyla Paris’in göbeğinde ortalığı kan gölüne çevirmelerini, ben terör olaylarının %90ı gibi; bireysel ve ideolojik bir eylem olarak görmüyorum. Bu tamamen ABD’nin Fransa’ya, Fransa’nın islamofobi konusunda attığı adımları baltalamak adına verdiği bir uyarı veya Fransa devletinin kendi başka amaçları uğruna tezgahladığı bir oyun zaten. Veya başka bir emperyal savaş, bilemeyeceğim. Yakın zamanda neler olacak izleyip göreceğiz. Tabii bize neyin ne olduğunu nasıl göstermek istiyorlarsa...

3 Ocak 2015 Cumartesi

Kavgam III. : GALİPTİR BU YOLDA MAĞLUP



Savaş ve ihtilal sonrası Almanya ekonomik ve siyasi olarak yıpranmış, zayıflamış, güçsüz düşmüş bir haldeydi.
Hitler’e göre Almanya’nın o günkü kötü durumunun nedeni, ‘’mağlup olunan savaşın sonuçlarına katlanılmak zorunda olduğu’’ düşüncesidir. Bu ahmakça düşünceye göre feci durumun nedeni, savaşı Almanya’nın kaybetmiş olmasıdır. O gün bu düşünceyi savunan ihtilalci hükümet, savaş sırasında dünya barışı naraları atıyor, düşmanın iyiliklerini takdir ediyor ve bu kanlı savaşın sorumlusunu Almanya olarak görüyorlardı. Bu savaşın zaferle sonuçlanmasında bile aslında kazananın Alman halkı ve işçisi değil, kapitalistler olacağını; savaş kaybedilirse yok olan şeyin sadece militarizm olacağını ve hatta Alman milletinin bunun için bayram yapabileceğini ilan ediyorlardı. Savaş sonrasında ise aynı çevreler ve yahudi gazeteleri, Alman milletinin zafer bayraklarıyla dönmeye haklarının olmadığını yazıyordu. Savaş kaybedilmişti ve millet bu yüzden bunun sonuçlarına katlanmak zorundaydı!

Kuşkusuz savaşın kaybedilmesi vatan için acı bir durumdu fakat bu kaybediliş bir neden değildi, başka nedenlerin sonucuydu. Söylenildiği gibi bozgun aslında cephede yenilgiden dolayı değil, bu ‘’hainlerin’’ hareketlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Zira Alman ordusu sayıca üstün ve teknik açıdan donanımlıydı. Tam dört yıl boyunca bütün dünyaya karşı direnmesi de Alman ordusunun üstünlüğünü gösteren son derece adil bir ölçüttü. Ordunun yönetimi konusunda elbette kusurlar olmuştu fakat bunlar olağan kusurlardı, facianın başlıca sebebi olacak nitelikte değillerdi. Sonuç olarak burada asıl sorulması gereken soru şudur: Sadece askeri bir mağlubiyet, bütün bir milleti ve devleti böylesine bir çöküşe sürükleyebilir mi? Böyle yenilgiler alan her millet tarihten silinmiş midir?




Eğer millet askeri yenilgilerinde ahlaksızlıklarının, kudret noksanlıklarının, karaktersizliklerinin, kısacası liyakatsizliklerinin karşılığını almış olursa, bunun sonucu, bir millet ve devletin çöküşünü ve hatta tarihten silinmesini doğurur. Fakat askeri yenilgi bu sebeplerden değilse, aksine bir millet için itici güç olur. Tarih bir sürü örnekle bu iddianın doğruluğunu kanıtlar.

Elbette savaşta yenilgiyi sevinçle karşılayan, kandırılmış ve yozlaştırılmış Almanya’nın bu cezayı hak ettiği bir gerçektir. Bu ceza oldukça da adildir. Fakat bu yenilginin sebebi hiç bir zaman askeri zaaf değildi. Savaştan çok daha evvelden başlayan toplumun ahlaki hastalığı, Alman milletini yiyip bitirmişti. Bu ahlaki zehirlenmenin yanı sıra Alman milleti varolma içgüdüsünü ve buna bağlı olan duygusunu kaybetmişti; uzun zamandır da İmparatorluğun temellerini oymaya başlamıştı. Hastalığın etkilerinin zaman içinde yavaş yavaş yayılarak, müzmin hale geldikten sonra artık en zayıf anında milleti tarih sahnesinden kesin olarak silmesi olasıyken; bu hastalığın daha hızlı ve ani olarak büyümesi, ortaya çıkması ve fark edilmesi Alman milleti için aslında büyük bir şanstı.
‘’İnsanın veremden çok vebaya karşı daha kolayca karşı koyması bir rastlantı değildir. Veba ölüm dalgaları halinde çevresine dehşet saçar ve insanlığı sarsar, verem ise yavaş yavaş yayılır. Biri korkunç bir korku verirken, öbürü bir aldırışsızlığa yöneltir insanı. Bunun sonucu şudur: Hiçbir şeyden çekinmeyerek bütün gücüyle vebayı yenmeye çalışan insan, veremin önüne set çekmek için pek zayıf bir girişimde bulunur. İnsan vebayı kontrol altına aldığı halde, vereme boyun eğer.’’


Hitler, bu hastalığın başlıca sorumlusunun marksist örgütler ve yahudiler olduğunu ifade ediyordu. Yalana inandırılan millet, vatan hainlerine alkış tutacak hale gelmişti. Bir yalan ne
kadar ufak olursa olsun, duyanın üzerinde bir etki bırakır. ‘’Edilen bir iltifat tamamen yalan da olsa, karşındaki bunun en az %50sine inanır’’ diyen kişinin haklılığı da bundan gelir. En etkili yalanları üretmeyi ve bunu söylemesini en iyi bilen millet her zaman Yahudiler olmuştur. Zira onların varlık temeli büyük bir yalana bağlıdır: yahudiliğin bir ırk olduğu gerçeği söz konusu olduğunda, konunun tamamen dini olduğunu ve dinsel bir topluluk olduklarını ileri sürerler. Bu yüzden Yahudiler varlıklarının doğal bir sonucu olarak yalan söyleme üstadlarıdırlar. Yahudilerin bu zehirleme konusunda en büyük silahları basındır. Yaygın gazetelerin tamamı onların elindedir. Kendilerini ve yalanlarını hukuken koruma altına alırken yine aslında neye hizmet ettiğini idrak edemeyen halkı kandırarak destekçisi yapmışlardır ve basın özgürlüğü kavramı ortaya çıkmıştır. Hitler’e göre ‘Halka yalan söylemek ve yalana inandırmak, onu zehirlemek için yararlanılan ve herhangi bir cezadan muaf tutulan yöntemin uygulanmasına basın özgürlüğü denir.’’


Basın, toplum ve gazetecilik konularına detaylı olarak başka bir yazıda devam etmek üzere...