Bu yazıda 1.
Dünya savaşı yıllarından bahsedeceğim. Ancak öncelikle bazı hususlara
değinmekte fayda var. Öncelikle Hitler’e göre savaşta insaniliği nasıl
anlamalıyız:
Savaşta insanilik, mücadeleyi olanaklar ölçüsünde
hızla yönetmekten ibarettir. Ne kadar hızla savaş sona ererse o kadar insani
davranılmış olur. Bu bağlamda daha sert mücadele yöntemleri insaniyete daha çok
hizmet etmiş olacaktır. Bu anlayışa estetik ve diğer konularda gevezeliklere
tek bir cevap vardır: Hayat mücadelesi gibi yıkıcı bir konu her çeşit estetik
düşünceleri bir yana iter. Alman milletinin şimdiki halini estetik mi
buluyorlar? Halbuki insanın hayatındaki en çirkin şey tutsaklıktır.
Propaganda
Hitler’e
göre siyasette en önemli faaliyetlerden birisi doğru propagandadır. Şimdiki
şartlara baktığımızda insanlar cep telefonlarıyla dünyanın her yerinden, her
görüşten haberdar olabiliyorlar. Fakat o dönemin şartları da göz önüne
alındığında sınırlı kaynaklara sahip olan halkın yönlendirilebilmesi gerçekten büyük öneme sahipti (Hitler propagandaya o kadar önem vermiştir ki iktidarda olduğu zamanda
propaganda bakanlığı kurmuştur ve bu konuda da çok başarılı olmuştur, tarihteki
tek örnektir bu bakanlık, ileriki yazılarda değinirim umarım). Kaldı ki Hitler’in
anlattığı şekildeki propaganda günümüz şartlarında da gayet önemli ve bunu
günümüz Türkiye’sinde olağanüstü başarıyla uygulayanların olduğunu da
düşünüyorum. Siz de hak vereceksinizdir.
Propagandanın
amacı bireyleri tek tek ve bilimsel olarak bilgilendirmek değil, kitlelerin
dikkatini belirli olayların üzerine çekmektir. Bu konunun ne kadar önemli
olduğu ise halka ancak propagandayla anlatılabilir.
Propaganda,
gerekliliği ve zorunluluğu oluşturmadığı için, afişlerde olduğu gibi,
çoğunluğun dikkatini çekmelidir, bilimsel bilgi sahibi olanlara ya da bu bilgiyi edinmek isteyenlere hitap etmemelidir. Her zaman duygulara ve pek az da akla seslenmelidir.
Propaganda bir
toplumdaki en dar kafalı insanı bile etkileyecek seviyede olmalıdır, öyle ki
ulaşılmak istenen kişi sayısı ne kadar çoksa, propagandanın seviyesi de o kadar
aşağıda olmalıdır.
Kitlelerin
temsil melekesi sınırlıdır, anlayışıysa kıttır. Ayrıca büyük çoğunluğu hafızadan
yoksundur ve bunun için etkili propaganda da pek az noktaya değinmelidir ve
bunlar değişmez bir kalıp ve formüller içinde gerektiği ölçüde yapılmalıdır.
Halkın en düşük düzeydeki bireyi bile ne demek istendiğini anlayabilmelidir.
Propagandanın en önemli şartı, meşgul
olunan ve hedef alınan bir konu hakkında sistemli bir şekilde tek taraflı bir
tavır alınmasıdır.
Örneğin bir sabunu öven bir afiş, aynı zamanda başka sabunların da iyi olduğunu
anlatırsa buna ne denir? Herhalde yalnızca baş sallanır. İşte ona göre Almanya’da
siyasi propagandalar da tamamen buna benziyordu. Propagandanın amacı çeşitli
partilerin iyi veya kötü yanlarını göstermek değildir. Propagandanın amacı
temsil edilen partinin üstünlüğünü açıkça ortaya koymaktır. Amaç gerçeği
objektif bir şekilde sunmak değildir, propaganda sadece kendine uygun düşen
gerçekleri aramakla ve onları tanıtmakla görevlidir.
Savaş Yılları
Hitler, savaş
zamanında İngilizlerin mükemmel propaganda yaptığını ileri sürüyordu. “Düşman broşürleri elimize geçiyordu.
Bunların içeriği hep aynıydı, yalnızca şekil ve anlatım yönünden bazıları
değişikti. Bunlarda özellikle Almanya’da kıtlığın arttığını, savaşın uzun süre
bitmeyeceğini, galip gelmemiz olasılığının gitgide zayıfladığını, bunun için
ülkede halkın barış istediğini fakat Kayzer’in* ve militarizminin buna karşı
çıktığını, bundan dolayı da bu durumu çok iyi bilen, bütün dünyanın Alman
milletine karşı değil, tek suçlu olan Kayzer’e karşı savaştığı, barışsever
insanlığın bu düşmanı devirmedikçe savaşın bitmeyeceği, liberal ve demokratik
milletlerin sürekli barışı, Prusya militarizmi yok edildiği gün sağlanacağı
söyleniyordu. Bu broşürleri çoğunlukla uçaklardan atıyorlardı. Cephede
Bavyeralıların bulunduğu kesimlerde Prusyalılara saldırılıyor, Prusya’nın
savaşın tek suçlusu olduğu söyleniyor ve Bavyera’ya karşı hiçbir düşmanlık
beslenmediği de ekleniyordu.”
Halk
Prusyalılar aleyhine kışkırtılıyordu. Cephede oynanan bu oyun memleketin iç
kısımlarında da sahneye konuyor ve hiçbir reaksiyonla karşılaşmıyordu. Prusya’nın yıkılmasının, Bavyera’nın yükselmesinden
çok, birinin çökmesi ikisinin öbürünün de yok olması anlamına geleceğini hiç
kimse anlamıyordu.
Almanya 1918
yılları başlarında zafere yaklaşmaya başladı. İtilaf devletleri bunu engellemek için her
imkanı var gücüyle kullanıyorlardı. Nitekim büyük bir Alman taarruzu tasarı
halindeyken, cephane fabrikalarında grev
patlak verdi! Bu grev başarıyla devam etmiş olsaydı, bir iki hafta içinde cephe,
cephanesizlik yüzünden delinecekti. Taaruzun yapılamayıp İtilaf devletlerinin
kurtulması amaçlanmıştı. Böylece evrensel sermaye Almanya’ya hakim olacak ve
milletleri aldatma yolundaki Marksizm amacına ulaşacaktı. Evresel sermeyenin
başarısı, milli ekonominin tahribine bağlıydı. Milli ekonominin yok edilmesi de
birtakım aptalların ve bazı hainlerin alçaklığıyla oluyordu.
Bu grev
umduğu başarıyı sağlayamadı, grev çok uzun sürmedi ve cephanesizlik orduyu yok
edemedi. Fakat neden olduğu ahlaki zarar, ordunun yok olmasından da büyüktü.
Mademki memleket artık zafer istemiyor, ordu neden hala cephedeydi? Memlekette grev varken, asker zafer için mi
savaşacaktı?
Almanya
savaşa devam etti. Doğu cephesi Almanya’yı çok zorluyordu çünkü Rusya asker
olarak çok üstündü. İşte bu sırada Rusya’da ihtilal oldu, çarlık devrildi. Rusya
savaştan çekilmek durumunda kaldı. Bu Almanya’nın artık bütün gücüyle batı
cephesine yerleşmesi anlamına geliyordu ki Almanya’nın zaferi artık çok olası
gözüküyordu.
İşte tam bu sıralarda Almanya’da
genel grev patlak verdi. İtilaf devletleri rahat bir nefes aldı ve artık propagandalarına
kararlıca devam ettiler. Artık Almanya’da ihtilal olacaktı, Alman askeri
istediği kadar savaşıp zaferler kazansın, ülkesine geri döndüğünde ihtilalle
karşılaşacaktı. İşte bütün bu inanışları İngiliz, Fransız ve Amerikan
gazeteleri okuyucularının kafalarına sokmaya başladılar. Çökmüş müttefik ordusu
yeniden ayağa kalktı, ezici umutsuzlukları silindi. Binlerce Alman askeri, bu grevi kanlarıyla ödediler ve öte yandan
bu korkunç grevi kışkırtan sefiller İnkılapçı Almanya’nın en yüksek hükümet
mevkilerine aday oluyorlardı.
"Nie wieder Krieg: bir daha savaş, asla." 1918 Kasım Devrimi
Başta
bölgesel olarak başlayan hareket büyür ve Almanya’da savaşın da yenilgiyle
sonuçlanmasının ardından genel ihtilal olur. II. Wilhelm tahtı bırakır. 1918 –
1919 Alman ihtilali, monarşiden, parlamenter demokrasiye geçiş sürecidir. Diğer
adı Kasım Devrimidir. Hitler bu
ihtilalin haberini aldığında, annesinin cenazesinden sonra ilk kez ağlamaya
engel olamadığını yazar.
“Demek bunca özveriler ve yoksulluklar
boşunaymış, bitip tükenmek bilmeyen aylar boyunca açlıktan duyulan acılar
anlamsızmış, ölümün nefesini ensemizde duyduğumuz halde, görevimizi yapmaktan
bir an geri kalmamamızın hiçbir değeri yokmuş; savaşta can veren iki milyon
insanın hayatlarını feda etmeleri faydasızmış.”
Ona göre İmparator
II. Wilhelm sahtekar ve namussuz adamlara memlekette barışı sağlamak için
Marksist hareketin şeflerine elini uzatan ilk Alman İmparatoru olmuştur. Oysa
onlar bir elleriyle imparatorun elini tutarken, öbür elleriyle de hançeri
tutuyorlardı.
“Şu unutulmamalı ki Yahudiyle uzlaşma
yapılmaz! Onlar Yahudilerle anlaşmaya uğraşsınlar, bana gelince, ben politikaya
atılmaya karar verdim.”
...
Devamı bir sonraki yazıda...
Bu yazıda işin biraz hikaye kısmıyla ilgilendim. İleriki
yazıda ilkesel konulardan tekrar devam edeceğim.
*Kayzer: Alman İmparatoru